8 Aralık 2008 Pazartesi

Yaşamak tadında bir ölüm

Her sabah gün ağarmadan sokağın ortasına gelip öten çilli horozun sesi kısıktı o gün. Zavallı hayvan ötmeye çalışıyor, ama iğrenç bir detonaj yaşıyordu. O bet ses ile açtım gözlerimi, pencereye gittim ve pervazda bulduğum ufak bir kiremit parçasını çilli horozun suratına attım. ‘s.ktir git lan burdan’ diye bağırmıştım istemsizce. İstemsizce diyorum, zira benim yapmak isteyeceğim son şey çilli bir horozu rencide etmek idi. Ağzımdan dökülen bu sözlerin pişmanlığı ile pencereyi kapattım, gerindim. Odamdan çıktım ve yüzüme bir su çarparak kendime geldim. Annem, babam ve kardeşim uyanmışlar, kahvaltı yapıyorlardı. Hep erken kalkarlardı zaten. Bazı günler çilli horozu kardeşim uyandırırdı. Yanlarına gittim, ‘günaydın’ dedim. Aldığım tepki, tepkisizlik oldu. Varlığımdan habersizmişçesine zeytin çekirdeği tükürüyorlardı tabaklarına. Kardeşime ‘günaydın dedik lan lâle’ dedim, yine tepki yoktu. Kafasına hafif bir tokat vurdum, hissetmedi.. Mutfaktaki varlığımı kabul ettirmek niyetiyle sırasıyla annemi, babamı ve buzdolabını sarstım. Annem, babam ve buzdolabından da tepki gelmemişti. Annemi ve babamı anlarım da, buzdolabına çok moralim bozuldu. Şerefsiz beyaz eşya boyuna posuna bakmadan bana artistlik yapıyor, yokmuşum gibi davranıyordu. Bir hışımla mutfağı terk ettim, odama çıkıp giyindim. Okula geç kalıyordum. Aceleyle evden çıkarken evdekilere hiç pas vermemiş, adeta onlara nispet yapmıştım. Onlar beni takmıyorsa, ben onları iki kez takmayacaktım. Sokağa çıktım, aceleci bir kalabalığın göbeğine, koşuşturan insanların arasına karıştım. İnsanlar etraflarına bakmadan yürüyor, birbirlerini hiç görmüyorlardı. Yaşamın zorlukları arasında yaşayabilmek için verilen amansız bir mücadelenin eseri olan bu telaşlı kalabalığa baktım bir süre. Dayanamadım, tıknaz bir kızın yanına yaklaşıp saati sordum. Umursamadı, sık adımlarının ritmini bozmadan devam etti yoluna. Sinirlenmiştim, küçük düşürülmüş, incitilmiştim. Yoluma devam ettim ve diğerlerinin yaptığını yapmaya, dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi meşgul görünmeye ve bu meşgul görüntüyü davranışlarıma yansıtmaya karar verdim. Oyunu kuralına göre oynayacaktım. Kimseyi takmadan bir süre yürüdüm, okula yaklaşırken sigaram olmadığı aklıma geldi, sigara almak için bir dükkana girdim. ‘Abi bi Winston box’ dedim, ‘evet çikolata da yazın’ dedi, ‘ne diyosun abi?’ dedim, ‘peynirim var, yazmayın’ dedi, ‘lan abi acelem var versene sigaramı’ dedim, ‘hayırlı işler’ dedi, ‘abi’ dedim, ‘dalga mı geçiyosun allasen?’. ‘Puşt’ dedi. Dayanamadım, ‘niye sövüyosun ulan durduk yere, terbiyesiz denyo’ dedim, ‘aklı sıra 1 ytl lik çikolatayı bana 1.1 ytl ye kaktıracak’ dedi. Ulan bu herif beni takmıyordu. Az önce telefonda konuştuğu bir toptancının arkasında küfrediyordu. Peki ben ne olacaktım? Sigaram ne olacaktı? İsteğimi yineledim, yine tepkisizdi bakkal. Sinirlenerek terk ettim o izbe dükkanı, akşam arkadaşım Hasan’a söyleyip camını kırdırmayı planladım. Sigara da alamamıştım.. Kampüse vardığımda dersin başlamasına 15 dakika vardı, aceleyle sınıfıma girdim, ‘günaydın’ dedim uykulu gözlerle birbirine bakan sınıf arkadaşlarıma. Tepki, yine tepkisizlikti. ‘Eah yeter lan!’ dedim, arka taraflardan gözüme kestirdiğim bir sandalyeye oturmak için arkaya doğru ilerlemeye başladım. O sırada gördüm onu. Ortasında benim resmim olan çiçeklerle bezeli ufak bir çelenk sınıfın bir köşesinde duruyordu, önüne ‘seni unutmayacağız’ yazılmıştı. ‘Neler oluyor’ diye sordum sınıfa, cevap gelmedi, sorumu yineledim, cevap, gelmemekte direndi. Gözüme kestirdiğim sıraya çöktüm ve neler olduğunu anlamaya çalıştım. O esnada ensemde sıcak bir dokunuş hissettim, hızla arkamı döndüm. Beyaz entarili, beyaz saçlı, beyaz sakallı bir adam bana bakıyordu. ‘Kimsin lan sen, niye yalıyosun ensemi, ibne misin sen?’ diye sordum. ‘Pardon, dayanamadım.’ dedi. ‘Kimsin birader sen?’ diye yineledim sorumu. Bugün çok fazla soru sormuştum ve bu cevaplanmayan sorular artık canımı sıkmaya başlamıştı. ‘Neden kimsenin seni işitmediğini, dokunuşlarına tepki vermediğini merak ediyorsun, öyle değil mi?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Sen iki hafta önce vefat ettin Tarık’ dedi ve devam etti ‘ölümün kayıtlara geç geldi, bu yüzden bedeninden ayrılan ruhun 2 haftadır kendini bilmez bir şekilde uyuyor.’ ‘Bugün hesap günüdür, gidiyoruz.’ Ayağa kalktım ve anlamsız gözlerle süzdüm etrafı. Sabahtan beri yaşadığım anlamsızlıklar yavaş yavaş anlam kazanıyordu. Ölmüştüm ve bunu ölümümden 2 hafta sonra öğreniyordum. İnsanlar beni göremiyor, duyamıyor, hissedemiyordu. Ak sakallı’nın yanına gittim. Her şey bir anda flulaştı, başım dönmeye başladı. Gözlerim yavaşça karardı.. Uyandığımda duman kaplı, geniş bir arazideydim. Havada loş bir aydınlık ve serin bir esinti vardı. Etraf çürümüş et kokuyordu. ‘Bu koku ne?’ dedim, ‘sana gelmeden önce ocağa kavurmalık et koyduydum, yanmış’ dedi. Ne biçim ak sakallı dedeydi bu arkadaş? Gidip kafa atasım geldi adama. İki defter çıkardı, aslında defter denemezdi. Birisi ucuz bir restoranın menüsünü andıran bir incelikteydi, diğeri ise Sefiller’in tüm ciltlerinin özetsiz hallerinin tek ciltte toplanmış hali gibiydi. Kalındı. Kalın olanı sol elinde, ince olanı sağ elinde tutuyordu. O an bir şey fark ettim, ak sakallı’nın sol kolu müthiş kaslıydı. ‘Dayı’ dedim, ‘senin bu sol kolun maşallahı var da, sağ kol pipet gibi. Ne iş?’ ‘Sol kolumla günah defterlerini kaldırırım, sağ kolumla ise sevapları’ dedi. ‘Senden önce milyonlarca insanın amellerini kontrol ettim, sen ilk değilsin’ ‘Vay .mına koyum’ dedim, ‘bu insan ne pis türmüş arkadaş.’. ‘Önce hangisinden başlayalım?’ diye sordu, ‘sağdakinden başla’ dedim. Arasında bir saklambaç oyununda ebeye saklananların yerini söylemem, yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmem, George W. Bush’a ağza alınmayacak küfürler etmem, sabah programlarını hiç izlememiş olmam gibi sevaplar bulunan sevap defterimin okunma işlemi çabuk bitti. Sıra günah defterine geldiğinde beni bir ateş basmıştı. ‘Dayı’ dedim, ‘hava baya ısındı’. ‘Isınır’ dedi, ‘daha çok ısınacak’. Günahlarımın okunması tahminimden uzun sürdü. (3 hafta) Günahlarım bittikten sonra alay edercesine ‘sence ne olacak şimdi?’ dedi, ‘ne bileyim ben’ dedim. ‘Cehennemin ateşi seni çağırıyor’ dedi, boynum bükük kabul ettim. Kapısında ‘Welcome to Hell’ yazan bir yere girdim. Terden sırılsıklam olmuştum, yanıyordum. Etlerim kabardı önce, sonra sarı sıvılar aktı, yanmış derim dökülmeye başladı, iğrenç bir koku geldi burnuma, burnum da yandı daha sonra.. En sevdiğim sağ ayağım yanarken acıyla haykırmaya başladım. Çok geçti artık, bitmişti her şey. Sonra birden bir serinlik kapladı vücudumu, derin bir ‘oh’ çektim. ‘Ne o, bitti mi sandın?’ diye bir ses geldi arkamdan. Sesin geldiği yöne döndüm ve onu gördüm. Kırmızı bir koç suratı, ince, uzun toynakları, keçi sakalı ve uzun kuyruğu ile bir zebani duruyordu önümde. ‘Bitmedi mi?’ dedim, ‘hahahaha’ diye bir kahkaya koyverdi. ‘Sen de çok salakmışsın, ne sandın burayı ha, sirk mi? Ebediyen yanacaksın.’ dedi. ‘Lan’ dedim, ‘akıllı konuş pezevenk. Yeni geldim ben buraya, yol bilmem, yordam bilmem. Ne bileyim işleyişi. Ne hakaret ediyosun hemen? Git şu sakalı da kes yağ içinde kalmışsın.’. ‘Sus lan’ dedi ve gitti. Tekrar yanmaya başladım, tekrar haykırdım ve tekrar soğudum. Gözlerim karardı, görme yetimi tekrar kazandığımda evimin balkonundaydım. Türkiye milli futbol takımı Çek Cumhuriyeti ile oynadığı maçı akıllardan çıkmayacak bir futbol enstantanesi ile kazanmıştı ve insanlar sokaklara dökülmüş bu galibiyeti kutluyordu. Ben’i gördüm sonra.. Balkondan aşağıya sarkmış, ‘haaa Türkiyeee’ diyordum. Sevincin nasıl yaşanacağını henüz öğrenememiş bir insan artığının muhtemelen ruhsatsız tabancasından çıkan serseri bir kurşunun ilerleyişini gördüm, yaklaştı, yaklaştı ve balkondan aşağı doğru sevinç çığlıkları atan ben’i alnımdan vurdu. Yere yavaşça düşüşümü gördüm, annemin haykırarak üzerime koşuşunu.. Aşağıdaki kalabalıktan bizim balkona çevrilmiş gözleri gördüm, kardeşimin gözünde parlayan bir çift gözyaşını.. Gözlerim tekrar karardı, mezarlıktaydım. Kefene sarılmış vücudumu nazikçe toprağa bıraktı birkaç adam. İnsanlar ağlıyorlardı, erkeklerin hayran olduğu lepiska gibi saçlarına sakız tükürdüğüm ve saçlarını kazıtmak zorunda kalmasına neden olduğum Hande bile ağlıyordu. O olaydan sonra beni hiç affetmemişti.. Üzerime atılan toprak kabardı, dualar okundu ve insanlar evlerine dağıldılar. Hayatlarına kaldıkları yerden devam etmek üzere arabalarına bindiler ve mezarlığı terk ettiler. Sadece ben kalmıştım mezarlıkta, bir de taze etin kokusunu almış bir düzine sürüngen.. Cesedimle kendilerine ziyafet çekeceklerdi. Gözlerim tekrar karardı. Tekrar oradaydım. Tekrar yandım, tekrar soğudum.. O sırada yanıma esmer bir adam geldi. Adının Michael Jackson olduğunu söylüyordu. ‘Lan yürü’ dedim, ‘olm vallaha ben Michael, inanmıyosan aha bak’ dedi ve moonwalk yapmaya başladı. Deli becermiş gibi ordan oraya koşuyor, ‘eni vici vokke’ diyordu. Sonra bir zebani geldi, ‘rahat dur lan’ dedi ve Michael meczubuna bir kafa attı. Onun Michael olduğuna inanmıştım, yanına gittim, ağlamaya başladı. ‘Niye ağlıyosun olm?’ dedim, anlattı. Gerçekten çok dertliydi. ‘Dude’ dedi, ‘ömrüm boyunca beyazlamak için çalıştım, yüzlerce operasyon geçirdim, tersine evrildim, maymun oldum ama yılmadım. Tam beyazlamaya başlamıştım, Ayşe Teyze diye biri geldi, üzerime ACE diye bir şey döktü, ölüverdim.’. ‘Ve şimdi şu hale bak. Yanıyorum, yandıkça bronzlaşıyorum.’ Ayşe Teyze’nin iyi niyetli olduğuna inandırmaya çalıştım, beceremedim. Çok pis bilenmişti, ikna olacak gibi değildi. ‘Ya birader’ dedi, ‘hiç çocuk gelmez mi şu Cehennem’e?’ ‘Vay şerefsizin çocuğu, ağzına sçtımın sübyancısı’ dedim tekme tokat giriştim. Gerçekten çok sinirlenmiştim, bu kadar yüzsüzlük olmazdı. Gözlerim tekrar karardı, açtığımda az önce geldiğim yerdeydim. Çürümüş et kokusu biraz dağılmıştı, ak sakallı karşımdaydı. ‘Ne istiyosun lan?’ dedim, ‘git’ dedi. ‘Nereye?’ dedim, ‘okula geç kalacaksın, git’ dedi, ‘olm manyak mısın lan ne okulu?’ dedim, ‘gitsene .mına köyüm!’ dedi ve her yer karardı. Gözümü açtığımda odamdaydım, mahallenin çilli horozu kapının önüne dayanmış, bik bik ötüyordu. Heyecanla fırladım yatağımdan, mutfağa koştum ve buzdolabını tekmelemeye başladım. ‘Oğlum napıyorsun?’ dedi annem, ‘anne’ dedim, ‘büyük yamuk yaptı bu şerefsiz bana. Satın bunu!’ Babam sert bir bakışıyla masaya oturttu beni. Tanrım, ölmemiştim. Annem, babam, kardeşim, buzdolabı.. Hepsi varlığımı kabulleniyordu. Bu kötü bir rüya olmalıydı, evet bu kötü bir rüyaydı. ‘Avun ibne avun’ diye bir ses geldi derinden, ak sakallı’nın sesiydi bu.. Ve kesildi. Bir daha o sesi duymadım. Aceleyle giyindim, sokağa fırladım. Sokakta anlamsız bir telaş vardı, insanlar hızla bir yerlere koşturuyor, kimse birbirini görmüyordu. Bir süre yürüdüm, kimse varlığımdan haberdar değildi.. ‘Ulan’ dedim, ‘hayata bak’. Gülümsedim.

16 Kasım 2008 Pazar

Pembe dizi tadında: Şans

Cenk, zengin bir babanın zengin karısından doğmuş bir çocuktu. Çok paraları vardı. O kadar çok paraları vardı ki, tüm paralarını uç uca ekleseler dünyanın çevresini 3 kere sarabilirdi.
Ekrem, fakir bir babanın emektar karısından doğmuş bir çocuktu. Hiç paraları yoktu. O kadar paraları yoktu ki, tüm paralarını üst üste koysalar evdeki farelere döşek bile yapamıyorlardı.
Cenk ve Ekrem ilkokula aynı yıl başladılar. Cenk babasının parasına güvenip ders çalışmıyor, Ekrem ise babasının olası bir kötü karneye göstereceği tepkinin korkusuyla it gibi çalışıyordu. Cenk’i okula babasının son model arabasıyla yine babasının son model şoförü bırakıyordu. Ekrem ise İETT’nin vicdanına terk edilmişti. Genelde Ekrem’in bindiği otobüsler o kadar dolu oluyordu ki, şoför bile ayakta gidiyordu.
Cenk görünüş itibariyle meymenetsiz bir çocuktu. Çok sigara içen bıyıklı adamların bıyığındaki nikotin sarısına benziyordu saçının rengi. Dişleri ise dişini fırçalamayan bir tavşanın dişlerini andırıyordu. Babasının parasını kullanarak aldığı çikolatalar nedeniyle bu şekli almışlardı. Ekrem ise eli yüzü düzgün, yakışıklı gibi bir çocuktu. İleride yakışıklı olacaktı. Takdir edersiniz ki, el kadar çocuk yakışıklı mı olur?
Cenk ve Ekrem büyüdüler, liseye başladılar. Yavaş yavaş geldiğini hissettiren ergenlik Cenk ve Ekrem’i etkisi altına almaya başladı. Cenk büyüdükçe daha da şekilsiz olmuştu. O kadar şekilsizdi ki, babasının dolarlarının üzerinde resmi bulunan Abraham Lincoln bile dünya yakışıklısı duruyordu Cenk ile kıyaslandığında. Ekrem ise serpilmiş, kas yapmış, yüzüne biçim kazandırmıştı. Ekrem çok yakışıklı olmuştu. Liseye geçmeleri nedeniyle kendilerini sevgili bulmak zorunda hissediyorlardı. Ama Ekrem’in kız bulmak konusunda hiç şansı yoktu. Cenk’in de yoktu. Cenk’in babasının cebindeki paralar Cenk’ten daha fazla kız ayarlamıştı. Cenk ergen kızları toplayıp toplayıp bir futbol sahası büyüklüğündeki evine getiriyor, yediriyor, içiriyordu. Ekrem ise yanaştığı hiçbir kızdan yüz bulamıyordu. Çünkü Ekrem fakirdi, çünkü Ekrem’in bir vizyonu yoktu. Ekrem ne kadar yakışıklı olursa olsun, kızlar hep Cenk’i tercih ediyordu. Çünkü Cenk zengindi, çünkü Cenk onlara para yedirecek kadar gerizekalıydı.
Cenk ve Ekrem biraz daha büyüdüler, üniversiteye başladılar. Ekrem başarı bursları ile okuyordu, Cenk ise tahmin edebileceğiniz üzre babasının parasıyla. İki gencin yolu üniversitede kesişti. Ekrem başarılı bir öğrenci olmasının ödülü olarak büyük adamlar tarafından özel bir üniversitede parasız okutuluyordu. Cenk ise babasının zengin olmasının diyeti olarak aynı üniversitede okuyordu. Diyeti dedik, çünkü Cenk okumak istemiyordu. Cenk terbiyesiz, Cenk kadir kıymet bilmezdi. Ölene kadar para yiyesi vardı.
Üniversitede de kızlar Cenk’in tarafında oldular. Ekrem ise bir başına kaldı. Tıpkı yaralı bir kuş gibi oturduğu yerden tek başına izliyordu uçabilen kuşların neşesini. Ekrem ne kadar başarılı, ne kadar yakışıklı, ne kadar zeki olursa olsun, parası olmadığı için herhangi bir artısı yansımıyordu çevresine.
Bir gün Cenk ve Ekrem kampüste karşılaştılar. Ekrem başı öne eğik yürüyordu, Cenk ise başı dik yürüyordu. Ama Cenk, gerizekalı olduğu için önüne baktığı halde Ekrem’e çarptı. Bir de utanmadan ‘önüne baksana öküz’ dedi Ekrem’e. Ekrem utanmış, Ekrem bunalmıştı. Sessizce özür diledi, ama Cenk gerçek bir gerizekalıydı. ‘Burslu fakirleri almayacan aslında kampüse, gitsin sanayide tornacı olsun’ diye çemkiriyordu sağa sola. Ekrem ise bunları duyuyor, ama sesini çıkaramıyordu. Ekrem istese Cenk’i dövebilirdi. Hem de çok dövebilirdi. Ama istemedi. Soğukkanlılığı elden bırakmadı Ekrem, iyi de etti.
Cenk ve Ekrem üniversiteyi bitirdiler. Yine tahmin edebileceğiniz üzre Cenk kendi çabasıyla bitiremedi. Babasının verdiği haraçlar ve üniversiteye yaptığı maddi yardımlar sayesinde alabildi diplomasını. Ekrem ise okulu dereceyle bitirmesine rağmen iş bulamıyordu. Çünkü babasının iş dünyasında bir çevresi yoktu. Cenk hemen babasının şirketinde işe başlamıştı..
Bir gün Cenk son model arabasını alkollü olarak kullanırken Ekrem bir iş başvurusundan başı önünde çıkmış, evine dönüyordu. Cenk alkolün etkisiyle önünü göremeyerek karşıdan karşıya geçmeye çalışan Ekrem’e çarptı. Hem de son model arabayla yaptı bunu.. Ekrem ağır yaralanmış, Cenk korkudan bayılmış, son model arabanın ise kaportası göçmüştü.
Bu olay üzerine Cenk’in babası Cenk’i evlatlıktan reddetmiş, şirketten kovmuştu. Birkaç hafta sonra komadan çıkan Ekrem’i ise özür mahiyetinde şirketinde işe almış, istihdam sağlamıştı. İki adamın şansları tersine dönmüştü.
Yıllar yılları kovaladı, Ekrem para üzerine para kazandı, Cenk ise sokaklarda limon satarak geçimini sağladı. İkisi de evlendiler. Ekrem’inki mantık evliliği, Cenk’inki ise açlık evliliğiydi. Birer oğulları oldu. Ekrem, hayatını değiştiren adamın ismini verdi oğluna. Cenk. Cenk de hayatını değiştiren adamın ismini verdi oğluna. Ekrem. Büyük Ekrem’e biriktirdiği öfkesini kendi oğluna kusuyor, minik Ekrem’i dövüyordu. Minik Cenk ve minik Ekrem okula başladılar. Minik Cenk her sabah okula son model arabayla gidiyordu. Minik Ekrem ise İETT’nin ağzına kadar dolu otobüsleriyle..

9 Kasım 2008 Pazar

İncegör Salsa

İncegör Salsa bunaltıcı düşlerden uyandığında, yatağında bir ortam oğlanına dönüşmüş olarak buldu kendini. Ayağa kalktı, aynaya doğru yürüdü.. Tanrım, aynada tanımadığı bir adam ona bakıyordu. Aynadaki adam ilk bakışmadan sonra geriye doğru yalpaladı ve yere düştü. Salsa, o zaman anladı ki, aynadaki adam kendisiydi. Bir süre korku içinde bakındı çevresine. Cesaretini topladığında tekrar aynaya yöneldi. Saçları ortada birleştirilmiş, Dubai’nin meşhur Burj-Al-Arab kulesine benzemişti. Burj-Al-Arab’dan tek farkı depreme daha dayanıklı olmasıydı. Çünkü saçını eski haline geri getirmek için uğraştığında elleri çizilmiş, yer yer kan sızmıştı. Adeta çimentoyla sertleştirilmişti o saçlar.. Göğüs kıllarını tüm iğrençliğiyle sergileyen pembe bir gömlek giymişti. Üstelik üstten üç düğmesi de açıktı. Dekoltesi Pınar Altuğ’un dekoltelerinden daha cesurdu.. Boynunda bir ipe dizilmiş golf topu büyüklüğünde siyah boncuklardan yapılma bir kolye vardı. Her ayrıntıda daha fazla iğreniyordu kendinden. Derin göğüs dekoltesinin başladığı yere takılmış bir gözlük çarptı gözüne. Kafasından daha büyük görünen gözlüğü aldı, yüzüne yerleştirdi. Gözlüğü taktığı an ruhu çekilmeye, gözleri kararmaya başladı. Duvarlar üzerine geliyor, ciğerleri oksijeni reddedip azot’a boğuluyordu. O an kaynağını kestiremediği bir ses duydu. Ses, ‘dışarı çık, kızları bul ve yok et’ diyordu. Nefsi, nefesi ile amansız bir kavgaya tutuşmuştu. Sese itaat etmeyi reddettikçe nefes alması güçleşiyordu. Bu savaşın galibi nefesi oldu, böyle başladı Salsa’nın macerası. Zerdüşt böyle buyurmuştu. (Zerdüşt’ü daha sonra jöle markası olarak hatırlayacaktı Salsa.)

Salsa, pısırık bir çocuk, utangaç bir ergen olarak geçirmişti dönüşümünden önceki hayatını. Sürekli kitap okur, bazen sinemaya gider, bazen de kendi kendine kısa öyküler yazardı. Ama artık sevgilisini koluna takıp Bebek’te üç beş tur atacak, olmadı bir de sinema yapacaktı. Çünkü zamansız gelen dönüşüm, ondan bunu istiyordu. Karıncayı incitmekte çekinirdi Salsa. Lise çağlarında yanlışlıkla üzerine tükürdüğü bir karıncanın çırpınışını fark edip onu boğulmaktan kurtarmasıyla övünürdü hep. Bunu övünerek anlatırdı, fakat onu takdirle dinleyen birisi olmamıştı hiç. Bir keresinde de kör bir otomobilin koluna girip karşıdan karşıya geçirmişti. En azından o öyle anlatıyordu. Biz inanmadık. Salsa, her zaman utangaç, naif, yer yer ağlak bir insan olmuştu. İçkinin herhangi bir türünün tadını bilmezdi. Şişenin kapağını açmadan, direkt şişesini yutardı çeşitli alkolü. Çünkü annesi ona içki içmemesini tembihlemişti. Salsa, annesinin kurallarına asla karşı gelmezdi. Lise hayatını sabah uyumaya başlayıp çıkış zilinde uyanan çocuk olarak geçirmişti. İkinci teneffüs kantine iner, bir poğaça yer, sonra tekrar sırasına oturup uyumaya başlardı. Okul onu cezbetmiyordu. Bambaşka hayalleri vardı Salsa’nın. Büyük bir yazar olacak, kitaplar yazacaktı. Bu hayalperestliği ve saflığı ona arkadaş kazandıramamıştı. Aksine onu toplumun dışına itmiş, bir manyak olarak addedilmesine neden olmuştu. Bu haliyle seviyordu hayatı. Yalnızlık onun için bulunmaz nimet, eşsiz bir dosttu. Tek dostu yalnızlığıydı belki, ama gerçek bir dosttu. Hiç kız arkadaşı olmamıştı. Kızlarla arası pek iyi değildi zaten. Tanıdığı tüm kızlar samimiyet denen kavramdan yoksun, makyaj yapmadıkları zamanlarda Salsa’dan daha çirkin olan (ki Salsa da dünya güzeli değildi) boş insanlardı. Hayatta kalmaları bir makyaj setine bağlı olan, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, getirse bile bir araya getirdiği kelimeleri birbirinden ayıramayan kızlar.. Hep itici gelmişti Salsa’ya. Asla yakın olmamıştı herhangi birine.

Geçmişi ile ilgili düşüncelerden sıyrılan Salsa, aynaya tekrar baktı. Yüzünü tamamen kaplayan ray-ban gözlükler, sağı solu delinmiş, deliklerinden bacak kıllarının göründüğü açık renk bir jean (Amerikan şalvarı), annesinden aşırıp koluna spontane bağladığı çamaşır ipi (Amerikan rüyası), golf topu büyüklüğünde boncukları olan kolyesi, ortada birleştirilmiş depreme dayanıklı saçları, rasta atılmış göğüs kılları ve bağrı açık pembe gömleği ile tam bir ortam oğlanı olmuştu. Mıknatıslı bir küpe de almıştı, ama evden çıkınca takacaktı. Zira babası görse suratının ortasına tekme atar, hırsını alamaz kulağının arkasını yalardı. Egosunu şişirmesini, kendini nimetten saymasını emretmişti gizemli ses ona. O da bu emre itaat etmiş, aynadaki yansımasına bakarken ‘kendimi doğurasım var’ demişti. Ve kollarını iki yana açarak düzensiz adımlarla yürümeye başladı. Kapıdan çıktı, kalabalığa karıştı. Hemen bir sevgili bulmalıydı. Sevgili bulamazsa ölecek hastalığına tutulmuş gibiydi adeta. Önünden geçen her dişinin arkasından bakıyor, beğendiklerine laf atıyordu. ‘Hepsi senin mi yavrum?’ dedi birisine, ‘hav’ diye geldi cevap. Salsa işi abartmış, dişi bir köpeğe sarkmıştı. Köşeden köpeğin erkeği son sürat üzerine doğru koşarken ‘ananskii’ diyerek koşmaya başladı.

Salsa, yeni hayatına çabuk alışmıştı. Kendisi gibi giyinen, kendisi gibi gülen, kendisi gibi boş arkadaşlar edinmişti. Cebindeki üç kuruş paraya aldırmadan Starbucks senin, Gloria Jean’s benim dolaşıyordu. Gloria Jean’s e ilk gittiğinde garsona pantolon almak istediğini söylemiş, kafeye rezil etmişti kendini. Fakat o pişkindi. ‘Hehehe, espri yav’ diyerek anlatmıştı meramını kafedekilere. Salsa benliğinin kontrolünü tamamen gizemli sese bırakmıştı. Sabahtan akşama kadar sokaklarda geziyor, kızlara laf atıyor, sağa sola para saçıyor, alçaldıkça alçalıyordu. Daha önce hiç bu kadar arkadaşı bir arada görmemişti. Evet, bir sürü arkadaşı vardı, en az onun kadar alçalmış olan arkadaşları. Bomboş bir hayatı, boş bir deliğe girip en fazla 5 dakika içeride kalmak için yaşıyorlardı. Onlar kaybedenlerdi ve ne acıdır ki, onlar bunun farkına asla varamayacaklardı. Salsa’nın net 4, brüt 5,5 adet sevgilisi olmuştu. (Bir tanesi 120 kiloydu) Günler su gibi geçiyor, Nihat Doğan önlenemez çıkışına devam ediyordu. Salsa kendini iyice kaptırmıştı artık rolüne, tekrar ‘birey’ olabileceğine ihtimal vermiyordu. Abuk esprilere saatlerce gülüyor, abuk espri yapıp saatlerce güldürüyordu. Saatler geri alındığında esprilerine gülme süreleri azaldığı için üç arkadaşıyla kavga etti ve onlarla yollarını ayırdı. ‘Okul bahane kızlar şahane yeaa’ diye gezmeye başlamıştı kampüste. Güzel bulmadığı kızlara aptalca isimler takıyor, kızların ona duyduğu nefretle besleniyordu. Ezilen bir kız gören başka bir kız da otomatikman Salsa’nın tarafına geçiyor, o da gülmeye başlıyordu. Çünkü onun doğası buydu. En güzel hep kendisiydi. Salsa gibiler o tip kızların, o tip kızlar Salsa gibilerin hayatını mahvediyorlardı ve hiçbiri ne yaptıklarını bilmiyorlardı.

Salsa bir gün sevgili sayısını arttırmak amacıyla kız avına çıkmıştı. Yine çevrede gördüklerine sarkıyor, çoğu zaman sert tepki görüyordu. Yumuşak tepki gösterildiği zaman Salsa da yumuşuyor,‘nolmuş ayol’ moduna giriyordu. (Yalan söyledim, girmiyordu.) Çıktığı avın pek verimli geçmediğini gören Salsa şaşırmıştı. ‘Modan geçiyor’dedi gizemli ses. ‘Hani nerde’ diye etrafına bakındı Salsa. ‘Lan gerizekalı’ dedi gizemli ses, ‘modan insan değil. Moda, trend anlamında moda. –n de iyelik eki.’ ‘Akıllı konuş, alırım aklını’ dedi Salsa. Aralarında ufak çaplı bir tartışma yaşansa da, sorunu çabuk çözdüler. Modasının geçtiğine ikna olan Salsa, revizyona girmeye karar verdi. Asabiyet dozunu biraz daha yükseltecek, espri dozajını asgariye çekecek, kovalanmak için kaçacaktı. Git gide televizyona benziyordu Salsa. Renk ayarını yükseltip alçaltır gibi asabiyet azalt, espri çıkart.. Buna can mı dayanırdı? Ama o yine de denileni yaptı, yavşaklık dozunu biraz daha indirdi. Artık kızlara laf atmıyor, sadece bakıyordu. Bu bakışlardan etkilenen kişiliği tam oturmamış (ks: manyak) birkaç kız bir süre sonra ‘çuf çuf’ sesleri çıkarmaya başladı. Tren olduklarını sanıyorlardı. Bu durumda Salsa öküz oluyordu. Hatta öküzoğlu öküz oluyordu. Zira Salsa’nın babası da bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini bir öküze dönüşmüş olarak bulmuştu birkaç hafta önce. Yakınlarını bir bir kaybeden annesi de bunaltıcı düşlerinden hiç uyanamamıştı. Bir süre sonra şehir sakinleri uyumaya korkar oldu.

Çevresinde bunlar olurken Salsa kendini iyice kaybetmişti. Her akşam içki içiyor, sokaktan bulduğu bir kızla yatıyor, sonra tekrar içki içiyor, sonra tekrar yatıyordu.. Hayatını bu tempoyla ne kadar sürdürebileceğinden emin değildi. Zaten emin olmak gibi bir niyeti de yoktu.’Boşver kankaa, gel iki tek atalım, hayat fani, dünya boş, vur mala coş’ diye bir teklif sunmuştu bana geçen, oradan biliyorum. Reddettim tabii. Neyse, Salsa, bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa’yı yolda görmüş ‘mını mırzını sktiminin böceği’ diyerek ezmişti Samsa’yı. Karınca incitmeyen Salsa, Samsa ezer olmuştu.. Bir gece yüksek miktar alkol aldı, arkadaşlarının daveti üzerine arkadaşı Hamdi’nin babasından ödünÇaldığı arabaya binip şehir turu atmaya çıktı. Arabayı kullanan Hamdi de alkollüydü, bu onların son gecesiydi. Salsa, arkadaşı Tankut’la bir iddia’ya girdi. ‘Ön camı kafa atarak kırarım lan’ diye iddia ediyordu, Tankut ise aksini.. Salsa denedi, başaramadı.. Salsa’nın etrafa saçılan kanı Hamdi’nin görüşünü engelledi ve araba huzur içinde tren seyretmekte olan Salsa’nın babasına çarparak durabildi. Arabadan sağ kurtulan olmamıştı.. Ama trenden sağ kurtulan baya vardı. Takdir edersin ki, trendeki neden ölsün?

Salsa’nın acı sonu böyle geldi aziz dostlarım. Salsa neden böyle bir dönüşüm geçirmişti? Çevresindeki ortam oğlanlarına olan gizli özentisi miydi,yoksa takdir-i ilahi mi? Bunu asla bilemeyeceğiz.. Ama bildiğimiz bir şey var ki; Salsa ve Salsa gibiler, boş yaşar, boş ölürler. ‘Vaay hayatını yaşıyo lan, karı, kız..’ dediğimiz adamlar, bunların hangisi gerçekten ‘yaşıyor’? Bu memleketin Salsa’sı bitmez dostlarım. Arjantin’in biter, bu memleketin bitmez. Yeni Salsa’lar yetişmesin!

Ha bu arada, gizemli ses, Seda Sayan dahil olmak üzere neredeyse tüm televizyon dünyasına bir dönem dublaj yapmış olan (hala yapmakta olan) Umut Tabakmış. ‘Salsa’ya ne garezin vardı?’ diye sorduğumuzda Polat Alemdar sesi ile ‘hayaaat beni neden yoruyosuun’ dedi. Hipnotize olmuş..

Adem Celep

acelepsi@gmail.com

12 Ekim 2008 Pazar

Hayat, Serdar'ı neden yoruyosun?

ölmeden önce cevabına vakıf olmak istediğim..

saat 05.21.. boğucu bir otobüsün içinde, ineceğim yere gidiyorum.. önünden geçtiğimiz konaklama tesislerine buğulu gözlerle bakıyorum. zira mola vermeksizin 4 saattir yoldayız.. o an için hayat benim için bir nefes sigaradan ibaret.. gelecek planlarım, yaklaşan askerliğim, annemin tatlı tebessümü bana çok uzak.. sadece o otobüsten inip sigara içmek istiyorum. gerçekleşeceğini umut ettiğim en büyük hayalime yaklaşık 2 saatlik bir mesafe var..

yol arkadaşlarım kendilerinden geçmiş, uyuyorlar.. 2 adım ötemdeki insanın derin bir rüyada olması fikri acı veriyor bana.. bir mutluluk kırıntısını haketmemiş miydim? ön koltukta bir kadın oturuyor. oturduğu koltuğu çekyat sanıyor diye düşünmüştüm, oysa sadece çekyat sanmakla kalmıyormuş.. çekyat niyetine kullanıyor bir de. koltuğu benim bacağıma dayamış, kendisi koltuğa dayanmış, fosur fosur uyuyor.. arkasında kopan fırtınalardan habersiz.. ne saygısız insanlar var şu dünyada.. koltuğun baskısıyla hareket edemez haldeyim.. yanımdaki çocuk da uyumuş.. kimbilir neler görüyor rüyasında. ve kimbilir ne hayaller kuruyor yarı ölü halde. tek bildiğim, bir nefes sigaradan daha büyük hayaller..

acziyeti hiç bu kadar yakından hissetmemiştim daha önce. belki yolumun bir avuç balici tarafından kesildiği gece hariç.. dünyanın en kolay işi olarak anılan uyumayı bile beceremiyorum.. uykuyu geçtim, hareket alanım bile çok kısıtlı.. bir otobüs yolculuğu bu kadar zalim olmamalı diye geçiyor içimden, cevabı olduğum yerde zıplayarak alıyorum.. bir çukurdan geçtik. uyuyanlar uyanmadı, benim ise zaten pamuk ipliğine bağlı olan uykum kaçtı..

karnımın acıktığını hissediyorum otobüsün koltuğu beni yukarıya doğru fırlatırken.. mide özsuyumun sıpırtısından başka ses duymuyorum içeride.. kalbim ise isyan etmiş, atmaya bir süre ara vermiş.. düzenli çalışan tek organım beynim.. o da acziyetimi sindirmekle meşgul. karnımın açlığı her geçen saniye daha da artıyor.. fakat ben yemek yiyemiyorum.. takdir edersin ki ne yiyeyim, koltuğun kenarını mı kemireyim?

terkedilmiş bir benzin isyasyonu sessizliğinde dışım.. içim ise köşeye sıkışmış kedi.. dokunsan ağlayacak, kıllandırsan ölesiye saldıracak.. muavin horluyor muavin koltuğunda.. kurumuş ağzımı nemlendirmek için bir su bile bulamadığımı farkediyorum.. bu nasıl bir çaresizlik?

ve o an geliyor.. kendimi tanımaya başladığım günden bu güne kadar aklımın kıyısından geçmemiş olan intihar fikri tezahür ediyor beynimde.. 'öl, öl,öl' diye..

intihar çaresizliğin geldiği son aşama mıdır, yoksa çaresizliğin ta kendisi midir? bilmiyorum.. intihar etmeden önce çaresizlik olarak addettiğim şeylerin geçeceğinin bilincindeyim, peki intihardan sonra? neyi düzeltecek vücudumu çürümeye terketmek? beynim ilgilenecek başka bir şeyler buldu.. ya da bulduğunu sandı.. çünkü intihar fikrini kafama sokan o ses hala duyuluyor arkalardan, derinden...

'hayaaatt beni neden yoruyosuaaann' diye haykırıyor serdar ortaç.. bodrumda haftada 75 farklı karıyı yalayan serdar ortaç bağırıyor bunu.. ulan serdar arkadaşım, ağzıma sıçılmış orda, pelte gibiyim, ebem isyanlarda.. ne yorulmasından bahsediyosun lan sen?!
peki hayat, sen kimsin lan? niye yoruyosun olm sen bu herifi? ne yaptın da bu kadar hönkürüyor bu? ölümün kıyısına gelmişim zaten, sana isyan etmek benim bile aklıma gelmemiş, bu herif niye anırıyor! naptın olm sen bu adama? niye yoruyosun hayat?

olm ağlayacağım lan.. kalbimin çekeceğim bir nefeslik sigara dumanından başka bir şey için atmadığı o an, işte o an, nereden çıktı lan bu serdar ortaç? öldürecek misiniz lan beni?
'madem çok günaaahh'
seni adam edemeyen tabura koyayım.
'sebebi çook'
...

Saklambaç..

*flashbebek*

yıl 1994, sıcak bir haziran günü.. bir sürü çocuk toplanmış saklambaç oynuyoruz.. şen kahkahalar, patlayan çanak çömlekler arasında zamanın nasıl geçtiğinden habersiz koşuşturuyoruz.. ebe duygu isimli bir kızdı, bir arabanın arkasına saklandım.. asla bulunamayacağımı sanıp kıs kıs güler halde sinmişim arabanın lastiğinin altına.. normal şartlarda duygu'nun beni bulması çok zor. fizik itibariyle ben davşan iken o kaplumbağa olduğu için bir anda fırlayıp sobe diye bağıracağımdan emin, avımın yaklaşmasını bekliyorum.. saymayı bitirdi, bulunduğum yere doğru temkinli adımlarla yürüyor.. bir, iki, üç...
'arabanın arkasında kız arabanın arkasında eheheheahae'
yoldan geçen büyük beden abiler yerimi söylüyor, kız da hevesle ebe bölgesine seğirtiyor.. yıkıldım. bulunduğum yerin koordinatlarını verenlere saldırmak istiyorum, yemiyor.. büyükler çünkü bayağı.. el bittiğinde ilk sobelenen ben olduğum için ben ebe oluyorum kurallar gereği..

on
dokuz
sekiz
...
bir
sıfır
önüm arkam sağım solum saklanmayan ebe

ve görevim başlıyor.. yaşıtlarımdan daha keskin gözlerim var o zamanlar. şimdi miyop oldular.. birinin bacağı, birinin çorabı derken hepsini teker teker bulup çıkartıyorum saklandıkları yerden.. herkes ortaya çıktıktan sonra bir kişi kalıyor bulunmamış. nuri.
nuri de bizimle saklambaç oynayan bir çocuk.. her nereye saklanmışsa henüz bulamamışım.. onu bulmadan da yeni el başlamayacak.. takriben 20 dakika nuri'yi arıyorum. annemin gitmemi yasakladığı için daha önce gidemediğim sokaklara bile gidiyorum, bahaneyle çevreyi tanıyorum..

-- orası --

yer yer çürümüş, camları toz ile kaplanmış, kapısında kocaman bir zincir olan bir yerdi.. sokaktaki tüm çocuklar korkardık ondan. geceleri önünden geçmek ömrümüzden ömür çalardı. sesler duyardık içeriden.. 'tık, tık, tık...' bu sessizliğinin altında bir şey olduğunu sanardık, hiç durmadan.. girmeye daha önce hiçkimse cesaret edememiş.. annem bile o binayı gördüğünden beri kapısının kilitli olduğunu, içeriye kimsenin girmediğini söyler.. uzun yıllar önce terkedilmiş.. içinde atılan son kahkakayı dedem bile duymamış belki.. ölesiye korkutuyor küçük kalplerimizi. örümcek ağları ile kapalı camları.. en soldaki camı kırık, karanlığa doğru uzanıyor..

-- orası --

arkadaşım caner iliklerimize kadar ürpermemize neden oluyor. 'nuri orasının camından içeriye düştü koşarken, ben gördüm' diyor.. çok sevdiğim bir arkadaşım nuri.. karanlığa terketmeye çocuk yüreğim el vermiyor.. aniden benliğimi silip süpüren bir coşku dalgası bilinmeze sürüklüyor beni.. 'içeri girip bakacam' diyorum aniden.. delirdiğimi sanıyor arkadaşlarım.. evet, delirdim.. nuri'yi oradan kurtarmak için oraya girmek akıl karı değil zira.
oraya baktığımda az önceki coşku yerini müthiş bir korkuya bırakıyor.. dışarısı bile yeterince korkunç görünen bu binanın içinde ne ile karşılaşacağımı kim bilebilir? fakat kilitlenmişim bir kere, arkamda bana anlamsız gözlerle bakan arkadaşlarıma sağ omzumun üstünden bir bakış attıktan sonra kırık camdan atlıyorum içeriye..

-- içeride --

ağzıma kaçan örümcek ağlarını tükürüyorum.. arada 'nuri' diye fısıldıyorum.. 'nuri..' karşılık alamıyorum sessizlikten.. biraz daha ilerliyorum içlere doğru.. tahta duvarlar çürümüş, yer yer yosun tutmuş.. loş bir ışık giriyor dışarıdan.. o loşlukta gördüklerimi sindirmeye çalışıyorum.. bir kanepe var tam karşımda, rengi siyaha dönmüş bir kanepe.. 'tak' olduğum yerde zıplıyorum.. küçücük yüreğim göğsümü yırtarcasına atmaya başlıyor.. 'ben sana ne yaptım?' diye soruyorum sessizliğe.. o kadar masumane bir soru ki, titrek sesimden etkilenip kendim ağlamaya başlıyorum.. geri çıkmam lazım oradan, fakat içeri atladığım kırık pencere ile zemin arasında benim boyumdan daha yüksek bir duvar var.. kapı ise kilitli. nasıl tırmanacağım ben oraya? gözlerimden akan yaşlar her saniye daha da çoğalıyor.. 'şıp, şıp..' çürük tahtaya damlayan gözyaşlarımın sesi ve korkak nefesler.. tüm duyabildiğim bu.. tekrar zıplıyorum olduğum yerde.. hamamböcekleri. her yerdeler.. hayatta en fazla iğrendiğim canlılarla aynı yerdeyim ve sayıları sürekli artıyor. gözlerimi sabitliyorum birisine.. ilerleyen yaşlarımda bile türdaşlarından ölesiye korkmama sebep olacak bir travmayı tetikleyen o böceğe.. hiç gocunmadan basıyorum üzerine.. çıkan o vıcık vıcık ezilme sesi mahvediyor beni tamamen.. burnumdan akan yaşları koluma siliyorum.. annemi düşünüyorum. beni ne çok seviyordu o.. bu halde olduğumu görse ne hissederdi? hıçkırıklarım şiddetleniyor.. sağa sola bilinçsizce koşmaya başlıyorum, nuri ise meydanda yok hala.. ve o an.....

-- yukarda --

kahredeyim, neden yarattım ki ben bunu? şuna bak, sümüğünü koluna siliyor, iğrenç bebe. benim dünyamda arkadaşı için en korktuğu işi yapmaya nasıl gönüllü oldu bu? ne zaman öğrenecek bireyselliği? ne zaman alacak o küçük beyni ona kendisinden başka kimsenin yardımı dokunmayacağını? ve ne zaman anlayacak birisine uzattığı yardım elinin kendi suratında bir tokat gibi patlayacağını? büyüsün hele, anlasın nasıl bir dünyada yaşıyor.. aha düştü gerizekalı.

-- yukarda --

-- içeride --

dizlerim kanamaya başladı.. bilinçsizce koşarken fena düştüm.. salya sümüğe şimdi de ter ve kan karıştı.. peki nuri? ben ona yardım etmek istemiştim sadece.. kötülük yoktu ki benim içimde, neden böyle oluyordu? allah'a dua ettim oturduğum yerden. nuri'yi kurtarmasını diledim.. peki beni kim kurtaracaktı? nuri kurtarır dedim.. allah'ın arkamda olduğunu hissetmemin getirdiği ucuz cesaretle toparlandım ve yerde bullduğum çürük tahtaları üst üste koyarak kırık pencereye ulaştım.. çıkarken camın kırılmış yerlerinin kollarımda açtığı yaralar acıtmıyordu nedense..

-- dışarıda --

bir şekilde attım kendimi dışarıya.. ağzım yüzüm toz, toprak içindeydi. terimle birleşip çamur olmuştu hatta. kulağım zonluyor, gözüm güneşe alışmak için kendini zorluyordu.. kollarımdan damla damla kan sızıyor, dizlerim ise acı vermeye başlıyordu..
'nuri'yi bulamadım' dedim.. bana iki beden bol gelen beyaz pantolonumu yukarıya doğru çekiştirdim, eve doğru gitmeye başladım.. annem kızacaktı kesin, çünkü kıyafetlerimi yeni giymiştim..

nurilerin evinin önünden geçiyordum, buğulu gözlerle baktım ikinci kattaki balkonlarına.. annesi huriye teyze balkonu yıkıyordu.. nuri'yi kaybettiğimi haykırmak istedim, sesim çıkmadı.. kapıdan elindeki salçalı ekmeği kemirerek çıkan bir çocuk gördüm sonra.. nuri.. ben onun için korkularımla yüzleşirken o oyundan sıkılıp evine gitmiş, annesine ekmek sürdürtmüş, onu kemiriyormuş..
gayriihtiyarı 'rrrrospunun çocuğu' diye bağırmışım..
tepki altında 'sabo' yazan sarı bir terlikle karşımdaki evin ikinci katından geldi.. son gördüğüm terliğin 42 numara olduğuydu.. sonra suratımda patladığını hissettim. nuri'nin annesi ettiğim küfre alınmış, protesto çekmiş bana yukarıdan.. terlik yavaş yavaş yere düşerken akıttığım gözyaşları da üzerine sinmişti..

nuri ile bir daha hiç konuşmadım.
ayrıca salak halisünasyonlar gören caner'in de amına koyayım ben buradan.

1 Ekim 2008 Çarşamba

Replik çalan adamlar

--- yer: istiklal/burger king ---

bir grup arkadaş bir masa etrafına toplanmış, maydonozlu maydonozlu hamburgerleri mideye indirmekte.. gözlük takanının dişinde yeşil bir maydonoz göze çarpmakta.. yanındaki sarı saçlı arkadaşının uyarısı ile kendine geliyor, tırnağı yardımı ile çekip çıkarıyor maydonozu dişinden.. yemekler yeniyor, sigaralar yakılıyor.. içlerinden sigara içmeyen birisi arada sırada üzerine doğru gelen dumana üflüyor.. 'içmeyin şu zıkkımı' diye talimat veriyor arkadaşlarına.. ve derin bir muhabbet başlıyor.. içlerinden en konuşkan olanı başlıyor anlatmaya;'küçükken köyde traktör kasasında tarlalara gidip gelirdik. yolların kenarına sarkmış ağaç dallarından falan kaçar, matrixcilik oynardık.. neyse bir gün gözümü kararttım, bir yemiş ağacının dalına tutunup onu koparacağım, üzerindeki meyveleri yiyeceğiz.. traktör gidebildiği son hızla giderken gözüme bir dal kestirdim.. tuttum dalı, ne oldu biliyo musunuz? dal kopmadı, dal beni kopardı.. traktör kasasının tabanından kesildi ayaklarım, havada sallanıyorum. dalı bıraksam kıç üstü düşeceğim.. traktör de aldı başını gitti, herifler bana gülüyor.. bi cesaret bıraktım. lök diye düştüm... kolum kırılmıştı..'anlatılan bu trajikomik hikayeye kahkalarla gülüyor masa çevresindeki insanlar.. içlerinden en güzel ve en dişi olanı 'ay ne sevimli çocukmuşsun sen' diyor, diğerleri de başlarını öne arkaya sallamak sureti ile onaylıyorlar bu sözü.. gülmeyen tek kişi mehmet.. mehmet kısa saçlı, büyük burunlu bir çocuk. herkes anlatılana gülerken o bir şeyler kuruyor kafasında..

---yer: konya/ otobüs durağı ---

bir grup arkadaş durağın önünde otobüs bekliyor.. hava sıcak, boğucu bir nem var.. sıcağın kavurucu etkisinden bir nebze sıyrılabilmek için birbirlerine espriler yapıyorlar, sonra gülüyorlar.. uzun boylu, dar omuzlu olan çocuğun fermuarı açık.. fakat o bunun farkında değil.. sırtına astığı adidas çantası dolgun görünsün diye içine doldurduğu ansiklopedilere lanet ediyor.. ne gerek vardı ki böyle bir şeye? otobüsün gelmesine 15 dakikadan az bir zaman var.. sıcağın altında ter akıtırlarken muhabbetlerini hiç bölmüyorlar.. sarı saçlı, büyük burunlu bir mehmet var aralarında.. birazdan anlatacağı hikayeye hazırlanıyor.. muhabbetin en can alıcı yerinde alıyor sazı eline..'küçükken köyde traktör kasasında tarlalara gidip gelirdik. yolların kenarına sarkmış ağaç dallarından falan kaçar, matrixcilik oynardık.. neyse bir gün gözümü kararttım, bir yemiş ağacının dalına tutunup onu koparacağım, üzerindeki meyveleri yiyeceğiz.. traktör gidebildiği son hızla giderken gözüme bir dal kestirdim.. tuttum dalı, ne oldu biliyo musunuz? dal kopmadı, dal beni kopardı.. traktör kasasının tabanından kesildi ayaklarım, havada sallanıyorum. dalı bıraksam kıç üstü düşeceğim.. traktör de aldı başını gitti, herifler bana gülüyor.. bi cesaret bıraktım. lök diye düştüm... kolum kırılmıştı..'şeklinde bir hikaye anlatıyor.. hikayesinde kullandığı birinci tekil şahıs etik açısından doğru değil, ama o bunu umursamıyor.. umursadığı tek şey o an için insanları kendine hayran bırakabilmek, 'ay ne sevimli çocukmuşsun' nidasını işitebilmek.. amacına da ulaşıyor. etrafındaki insanlar gülüyorlar hikayesine, hoşlarına gidiyor mehmet'in (!) anısı.. mehmet mutlu mutlu sırıtırken arkasında ansiklopedi dolu adidas çanta taşıyan adamın kafasında ne tilkiler döndüğünden habersiz.. o adamın iki gün sonra aynı hikayeyi bir kafede arkadaşlarına birinci tekil şahıs ile anlatacağından habersiz..

***

--- yer: kordon/heykel önü ---

bir grup insan akşam vakti heykelin önüne oturmuş, gazete kağıdına sarılı biralarını yudumluyorlar.. ortam çok kalabalık ve dönen muhabbet etkileyici.. aralarında barındırdıkları selim isimli tıknaz, saç döken adamın birazdan neler yapacağından habersiz konuşuyorlar.. grubun en solunda oturan iri cüsseli, top sakallı arkadaş silik bir tip.. silik olması nedeniyle anlatacağı ilginç şeyler mutlaka var.. her kafadan ses çıkar halde yan tarafta uyuyan köpeği bile rahatsız ederlerken şöyle bir diyalog yaşanıyor;
- abi sizin sınıftaki şu sarışın kız çok minyon be.
+ öyle abi
iri cüsseli arkadaş özeleştiri yapıyor, içinde verdiği sessiz savaşın galibi ağzı oluyor ve şu sözler dökülüyor ağzından: tavada görsem balık diye yerim ben onu. her kafadan ses çıktığı için duyulmuyor iri cüsseli arkadaşın sesi.. fakat selim duyuyor.. selim'den başka kimse duymuyor iri cüsseli arkadaşın cüssesinden beklenmeyecek derecede düşük çıkan sesini. ve selim bağırarak dahil oluyor muhabbete;
+ olm bizim şişman onu tavada görse balık diye yer onu lan ehehehe
herkes bu espriden pek memnun. minyon kız zaten sevilen bir tip değil. böyle yerilmesi hoşlarına gidiyor. kahkahalar ile gülüyorlar.. içlerinden birisi 'alemsin mehmet' diyor.. iri cüsseli arkadaş ise utanmış, başı önünde ayakkabısının bağcıklarının nasıl bağlandığını inceliyor.. yan taraftan patlamak üzere ayakkabısı, bunu da farkediyor. yapılan şey hiç hoş değil, ama gülmek zorunda olduğunu hissediyor.. ve gülümsüyor belirli belirsiz..

***

--- yer: hayal kahvesi/eskişehir ---

iki arkadaş karşılıklı oturmuş kahve içiyorlar.. birisi hararetle derste yaşadığı bir olayı anlatıyor.. öteki öylece oturmuş dinliyor.. kahve sıcak gelmiş, içemiyor.. soğumasını bekliyor. az önce arkadaşına çaktırmadan 5 adet küp şeker attığı kahvesi üzerinde dumanlar süzülürken o da parmaklarını birbirine çarptırıyor.. sözüm ona karşısındakini dinliyor.. derken karşısındaki adamdan bir fikir çıkıyor.. yaz tatilinde sınıfı toplayıp bir tatil beldesine gitmek fikri çok cazip geliyor sıcak kahve içemeyen adama.. 'abi sınıfla konuş' diyor.. fikir sahibi 'tamam gidince söyleyeceğim' diyor. aradan 10 dakika geçiyor, kahvelerini içmiş, hesabı ödemiş, sokağa çıkmış iki arkadaş.. tatil fikrinin sahibi bir arkadaşına uğramak için ayrılıyor, diğeri ise kampüse dönüyor..

--- yer: anadolu üniversitesi/atatürk kültür merkezi önü ---

yaklaşık 23 kişilik bir grup dersten çıkmış, ilk buldukları çime kendilerini atmışlar.. koşarak kendilerine yaklaşan sınıf arkadaşlarını izliyorlar.. nefes nefese yanlarına gelen çok önemli bir şey söyleyeceğini söylüyor, herkes sustuktan sonra başlıyor;'abi süper bi fikrim var. yaz yaklaşıyor, biraz para biriktirip tatile gitsek ya beraber? otelde kalırız, yer içer eğleniriz?' fikir çok beğeniliyor, hemen çalışmalara başlanıyor.. 'süper fikir abi' diyor kırmızı saçlı bir kız.. 'tabi kızım, sizi düşünüyoruz' diyor oğlan.. o sırada hayal kahvesinde fikri veren arkadaş elinde bir sigara olduğu halde okula doğru geliyor, fikrini arkadaşlarına anlatmak niyetinde.. çok geç olduğundan habersiz.

***

--- yer: ankara/tkp mitingi ---

ellerinde kızıl bayraklarla bir sürü insan hararetle slogan atıyor.. o sırada oradan geçmekte olan hüseyin duvara dayanmış üç gencin konuşmasına kulak misafiri oluyor.. gençler,'tabi ki sistem yanlış, yoksa asla bu hale gelmezdik. ama ben sana katılmıyorum kaan, proleterya'ya artık bir ütopya gözü ile bakılıyor. içinden çıkılmaz bir hale geld...'hüseyin oradan uzaklaştığı için devamını duyamıyor.

--- yer: ankara üniversitesi/dtcf ---

dersin başlamasını bekleyen tarih öğrencileri kapı önüne birikmiş, sistem hakkında konuşuyorlar.. o sırada yanlarına gelen hüseyin'i farketmiyorlar, çünkü çok heyecanlı bir tartışma yaşanıyor aralarında.. hüseyin de ne konuştuklarını anlamadan dinliyor.. tartışmanın tıkandığı bir anda hüseyin çıkıyor meydana,'prolatarye ütyopya bence' diyor.. ne dediğini kendisi de bilmiyor, fakat bildiğini sansınlar istiyor.. telaffuz hatası yaptı, ama görünürde bunu önemseyen insan yok..

***

--- yer: türkiye ---
onlar her yerdeler...

30 Eylül 2008 Salı

Bayram gelmiş, neyime?

Bayramların yapısı gereği insanlar kendilerini mutlu olmak zorunda hisseder. Yıl boyunca birbirinin suratını görmemiş insanlar yeni aldıkları kıyafetleri sergilemek amacıyla birbirlerini ziyarete giderler, hoşça vakit geçirirler. Hoşça vakitmiş.. Sktir lan ordan. Adamların suratına bakıyorum, 'aa siz mi geldiniz' diyorlar.. Bu başlı başına bir saygısızlık değil mi? 'Siz mi geldiniz?' bu ne demek lan?! İstemiyorsanız gideriz. Meraklıydım ben senin baklavanı yiyip kolonyanı sürünmeye.
Bayramlar bana göre insanların samimiyetsizliğinin tavan yaptığı zaman aralıklarıdır. Beni günahı kadar sevmediğini bildiğim bir aile dostumuzun bana öldürürcesine sarılmasının başka bir açıklaması yok zira. O evden çıktıktan sonra bir daha yüzüme bakmayacak o adam, biliyorum. Ama her nedense evindeyken ah cicim, oh kuzum muhabbeti dönüyor. Bırak ya.. Sevmiyorum olum seni. Samimiyetsiz şeey.

Bayramlar benim için işkencedir. Söylediğim gibi, beni sevmediğini bildiğim adamlara/kadınlara gidip sahte gülüşmelerini dinlemek canımı sıkar benim. Bir de tatlı üstüne tatlı getiriyorlar. Şeker hastası yapıp öldürmeye çalıştıklarını biliyorum.. Psikolojileri bu derecede bozulmamış olanları ise ısrarla tatlı yememi söylüyor, bana o tatlıyı yedirecek ki ben gidince 'baklavayı kuruttu şerefsizin çocuğu. sana mı yaptık lan koca tepsi baklayavı' diyebilsin arkamdan. Bu nedenle hiçbir ikramı kabul etmiyorum ziyaretlerde. Kabul etmediğim için arkamdan 'yabani' dediklerini bilsem de, sineye çekiyorum.
Güzel yanları yok mu bayramların? Vardır mutlaka.. Nah vardır.. Yaş ilerlediği için artık para da vermiyorlar ellerini öpünce. İçimden gelerek ellerini öptüğüm büyüklerimi tenzih ederim. Karşılıksız seviyorum çünkü ziyarete gittiğim çoğu insanı. Para versin ya da vermesin, her bayram gidip gönlünü alırım.. Ama babamın veya annemin arkadaşı olduğu için zorla götürüldüğüm insanlar, hele ki benim hakkımdaki düşüncelerini biliyorsam, çok tiksindiriyor beni. Ellerini öpesim falan gelmiyor. Nerde o eski bayramlar deyip 100 yıllık kahvehane geyiğine dönmek istemiyorum, ama eski bayramları gerçekten özledim.. Eskiden insanların gülüşleri sahte olmazdı.. Eskiden bayram ziyaretlerine 'olum yabani olma yürü şuraya' diye götürülmezdim. İçimden gelerek giderdim.. Peki şimdi ne değişti?
Sanırım beklentiler...
Biz eskiden bayram için gittiğimiz abilerin/ablaların hikayelerini dinlemek, büyük muhabbetine salça olmak için giderdik her nereye gidiyorsak..
Şimdi bize gelen veletlere bakıyorum, birisi benim bilgisayarımın başına oturdu aptal kraloyun.com oyunlarını oynadı, diğeri kardeşimin oyuncaklarını ordan oraya attı. Büyükler ise hiç ses çıkarmadan birbirlerine baktılar.. Böyle değildi eskiden.. Konuşmak için gidilirdi ziyaretlere.

Şeker toplamak için sokağa dökülürdük biz eskiden. En yeni kıyafetlerimize toz değmesin diye türlü taklalar atardık sokaklarda. Topladığımız şekerler cebimizden taşana kadar devam ederdik gezmeye, cebimizden taşınca oturur yerdik. Şimdikiler ne yapıyor?
Sabah birkaç tane çocuk geldi, zile bastı, aldım elime şeker kavanozunu, indim aşağıya. Açtım kapıyı, uzattım şekeri.. Çocuk dedi ki;

- aa bu ne bee?!

Elbise askısı .mına koyum. Ne olacak, şeker.

- biz para isteriz
+ niye? babanızın parası yok mu?
- vaar
+ ondan isteyin o zaman
- üff salak

El kadar velet salak dedi ulan ayaküstü.. Kodumun yerden bitmesi. Gelmişler resmen haraç kesiyorlar abura koyim. Vermeyene de hakaret ediyorlar. Bu mu lan bayram ruhu?! Bu mu olm yetişen nesil? Gerizekalı lan bunlar!
Kapitalizm, kapitalizm dedik, büyüyor bu dalga dalga.. Ben küçükken dedem para verince utanır almazdım lan.. Çok isterdim ama babam bir bakış atardı, pısıp kalırdım koltuğa. Dedem cebime zorla sokana kadar debelenirdim almamak için..
Bunların bir de babası var. Ne midesiz adamsınız abicim siz?! El kadar çocuğu dilendirmeye utanmıyo musunuz? Gelsinler, şeker istesinler, kolisiyle vereyim, ama para mı verilir her gelene lan? Ve bir değil, iki değil yaklaşık 6 farklı grup gelip para istediler benden.. İstisnasız alayı hakaret edip gitti. Hiçbir bayram şeker veremeyen bir Hanife teyzemiz vardı küçükken.. Ulan ilk ona gider, elini öperdik biz bayramlarda.. Sevimliydi çünkü kadın, çocukları severdi. Durumu yoktu, şeker veremezdi, ama kendisi şeker gibiydi zaten.. Bu veletleri izledim bir süre, biri dedi ki;

- şu karşıki evde bi ibne var, para vermiyo. gitmeyin oraya

Gelmeyin lan. Para almak için gelecekseniz gelmeyin abura koyim. Çok meraklıydık sizin salyanızı elimize akıttırmaya. Sümüklü piçler.

Bugün ziyarete gittiğimiz bir eve bizden sonra 3 aile daha geldi.. Toplamda 7 kişiyiz evde 10 dakika boyunca şu diyalog vardı;

Ahmet = 1
Aysel= 2
Veli= 3
Nezahat= 4
Hüseyin= 5
Nihal= 6
Ben, kendim= 7

1: Nasılsın 2?
2: İyiyim, sen nasılsın 1?
1: İyiyim ben de. Sen nasılsın 3?
(o sırada yan koltuk)
2: Nasılsın 4?
4: İyiyim, sen nasılsın 2?
2: İyiyim ben de. Sen nasılsın 5?
(o sırada yan koltuk)
5: Nasılsın 3?
3: İyiyim, sen nasılsın 5?

7: Yeter lan! Hepiniz iyisiniz, harika hissediyosunuz, hayat çok güzel. Ama bir yere kadar olm. İnsan sayılırım olm ben de bir yerde. Sürekli çok sesli korolar gibi 'iyiysensennasnasılıliyiiyi' sesler çıkartırsanız psikolojim bozulur benim ortada. Hayır bir de adam yerine koyup sormuyorlar bana 'sen nasılsın 7' diye.. Sormasınlar, şart değil, ama nasıl daha çok konuşup daha boş konuşuruz yarışına girdiler mi deliriyorum ben. Birbirini tanımayan bir sürü insanı tek evde buluşturan o ev sahipleri de kıs kıs gülüyor millet birbirine nasılsın diye sayıklarken.. Çakallar.

Günümüz bayramlarının güzelliği akşamları oluyor bizim için sanırım.. Belki eski bayramların güzelliği de akşamlarıydı, ama ben eski bayramlarda genç değil, çocuktum, o yüzden yorum yapamıyorum.. Ama bu yaştan sonra bayram gündüzleri eğlenmek için yapabileceğim hiçbir şey kalmadığına bugün ikna oldum. Ramazanı da bitirdik, alkol serbestisi geldi.. Şerefe.

(Lan o değil de, Ramazandan çıkar çıkmaz içki içeceksin madem, Ramazanda da içsene köpoğlu. Sanki üzerinden büyük bir yük kalkmış, bir bela seni bırakmış gibi, bittiği gün sarılıyosun içkiye.. Hiç kasma, Ramazan içinde de iç anasını satayım.. Gelecek Ramazan düşünmek lazım bunu.. Asıl mahalle baskısını o zaman görür mister Tayyip..)

31 Temmuz 2008 Perşembe

Minimal öykü öykünmesi

- Oğlunuzun gözünüze batan sorunları var mıydı? Onu bu karara iten bir sebep olmalı mutlaka.
+ Hayır, oğlum hep gülerdi. Hayatı sever, hep mutlu görünürdü.
- Demek ki mutlu görünmesi mutlu olduğunu göstermiyormuş..
+ Ne olur rahat bırakın beni. Oğlum bunu yapmış olamaz.

****
Caner boşlukta süzülüyordu. Annesine kendisini intihara sürükleyen sebebin ne olabileceğini soran polisi, hıçkırığa boğulmuş annesini, ilk defa başı eğik gördüğü babasını izliyordu. Odanın ortasında yatan cansız bedenine baktı. Kestiği bileğinden akan kan parkenin eğimli bölümünde birikmişti. Kendi kanına baktı, kesilmiş bileğinden akan kana. Annesinin gözyaşları kendi kanının birikintisine damlıyordu. Annesinin gözyaşları, kendi kanı ile birleşiyordu. Öldükten sonra görmek istemediği türden bir şeydi bu. Fakat görüyordu. 'Geçerli sebeplerim vardı.' dedi. 'Hiçbirinizin anlayamayacağı geçerli sebeplerim...' Ağlayan annesine son bir kez baktı ve yukarıya doğru çekildiğini hissetti. Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen boşluğa..
****
Caner İstanbul Üniversitesi'nde İşletme öğrencisiydi. Çevresinde sevilir, çevresini severdi. Babası emekli bir devlet memuru, annesi emektar bir ev hanımıydı. Evin tek çocuğu olduğu için el üstünde büyütülmüştü. Hayatı, insanları, yaşamayı seviyordu. İki yıl sonra mezun olacak, o çok istediği tekstil işini kuracaktı. 'İnsanları ben giydireceğim' diyordu. 'Çıplak gezmelerine gönlüm razı değil.' Evet, ölmeden önce gülüyor, güldürüyordu Caner. İntihar etmek fikri, ömrünün hiçbir anında aklından bile geçmemişti. Son gecesinde gördüğü rüyaya kadar..
****
Bir çocuk gördüm. Mavi kundağı, tombul elleri, açamadığı gözleri ile karşımdaydı. 'Sen kimsin?' diye sordum. 'An-ne' diye cevapladı. Konuşamıyordu. O sırada odaya koşarak iki insan girdi. Esmer tenli, gözlüklü, bıyıklı bir adam. Babası olmalıydı. Ve yine esmer tenli, beline kadar uzun saçları ve parlak kahverengi gözleri ile elleri hamurlu bir kadın. Annesi de buydu galiba. Babası 'konuştu, oğlumuz konuştu Nazan' diyordu. Annesi 'Evet Nedim, ah yerim ben şunun gülüşüne bak.' dedi. Benim babamın adı da Nedimdi. Annemin adı da Nazandı. Bunları düşünürken baba 'Caneer, hanimiş benim oğlum' diye sevmeye başladı çocuğu. O an anladım, benim ailemdi bu. Mavi kundaktaki bebek de bendim. Hiçbir şeyden habersiz, öylece gülümsüyordum.
Sonra bir şey oldu ve etraf göz kamaştırıcı bir şekilde aydınlandı. Bir sınıftaydım. Saçları grileşmiş, geniş yüzlü bir adam 'Caner kalk sen çöz bakalım şu soruyu' diye sesleniyordu en ön sıradaki esmer, bodur çocuğa. O çocuk bendim. Kalktım ve soruyu çözdüm. Ödül olarak defterime bir yıldızlı pekiyi verdi öğretmenim.
O aydınlık yine belirdi. Evimdeydim. Annesine aldığı yıldızlı pekiyi'yi sevinçle gösteren çocuğu gördüm. Annesi 'aferim benim oğluma' diye seviyordu çocuğu.
Artık alışmaya başladığım ışık tekrar göründü. Ve beni bir grup çocuğun arasına götürdü. 10-12 yaşlarında olmalıydılar. En ortadaki esmer, kahverengi gözlü oğlanı tanıdım. Caner. Etrafına harıl harıl bir şeyler anlatıyordu. Onu dinleyenler de kafalarını sallayarak onayladıklarını belirtiyorlardı. Bir anda ayağa kalktılar ve koşmaya başladılar. Bir bakkala girdiler. Kızıl saçlı, çilli bir oğlan bakkala 'amca şunlar kaç para' diye sorarken, diğerleri tezgahın alt kısmındaki bisküvilerden teker teker alıp ceplerine dolduruyorlardı. Ne konuştuklarını anlamıştım. Hırsızlık planı. Cepleri daha fazla bisküvi alamaz hale gelinceye kadar bisküvi aldıktan sonra hızla dükkandan uzaklaştılar. Bir apartmanın kapısına oturup çaldıkları gıdaları tükettiler. Pişman görünmüyorlardı.
Işık, eskisi kadar parlak değil. Bu sefer bir grup gencin arasındayım. Ortalarındaki esmer, düzgün vücutlu genci tanıyorum. Ergen bıyıkları çıkmaya başlamış.. Bir şeyler konusunda münakaşa ettikten sonra ayağa kalktılar ve yoldan geçen bir genci çevirdiler. Esmer olanı çocuğun cebindeki paraları çıkarmasını istedi. Gasp.. Çocuk bir süre direndi, son gördüğüm hepsinin aynı anda çocuğun üzerine çullanışıydı...
Işık, giderek parlaklığı azalıyor. Evimdeyim. Esmer çocuk biraz daha büyümüş. Babasının pantolonunun cebinden para aşırıyor. Köşe başındaki büfeden bir Winston Box alıyor, pakedi cebine atıp yoluna devam ediyor. Sigaraya başlamış bizim Caner..
Işık artık yok. Gözüm biraz karardı, açtığımda sessiz bir salondaydım. Bir sürü öğrenci, eğilmiş bir şeyler yazıyorlardı. En arka sıradaki esmer çocuğu tanıdım. Diğerleri kağıtlarının üzerine eğilmiş ter dökerken o gayet rahat çevresini izliyordu. Ayağa kalktı, tuvalete gitmek için izin istedi. Salon görevlisinden izni aldıktan sonra tuvalete gitti. Kilodunu çıkardı. Kilodun üst kısmına koli bandı yapıştırılmıştı. Onu açtı, okudu. Tüm dikkatini o kağıda vererek okudu. Kilodunu giydi ve sınıfa döndü. Yanına yaklaştım. Elindeki kağıdın ÖSYM A Kitapçığı yazıyordu. Az önce okuduğu, ezberine aldığı şeylerden soru aramaya başladı. Buldu da.. Çıkacak soruları gayet iyi tahmin etmişti anlaşılan. 3 dakika önce ezberine aldığı şeyleri zorlanmadan sınav kitapçığında buldu ve işaretledi.
Karanlık sardı. Etraf aydınlandığında büyük bir coşku ile karşılaştım. Memur baba, ev hanımı anne ve üniversiteyi kazandığını öğrenen oğulun coşkusu. 'İstanbul Üniversitesi İşletme baba!' diyordu. Sınavı emeğiyle kazanmış gibi seviniyordu..
Yine aynı karanlık. Esmer oğlan üniversite kampüsünde bir şeyler çeviriyordu yine. Birkaç arkadaşı da ona katılmıştı. Gülüp eğleniyorlardı. 'Hayatı seviyorum hocu' dedi Caner. 'Bir sürü salak var, onları sömürmek kadar eğlenceli bir şey yok.' Gülüyorlardı. Hayat görüşünü salak diye nitelendirdiği insanların üzerinden asalak bir yaşam sürmek olarak şekillendirmişti anlaşılan.
Kör edici bir karanlık ve ardından ışık.. Okulu bitirememişti. Çalışmıyor, dolandırıyordu. Okuldan atılırken bile aynı şeyleri söylüyordu 'hayat güzel hocu, yolunacak kaz her yerde var.'
Okuldan atıldığını annesine ve babasına hiç söylemedi. Her gün evden çıkıyor, pisliğe daha fazla karışıyordu. Tekstil işine girip insanları giydireceğim lafı ile sadece ebeveynlerini avutuyordu. Fazlası değil.
Karanlık ve ardından gelen karanlık. Işık artık yoktu. O zaman anlamıştım neler döndüğünü. Yaşamım boyunca kirlenişim an be an gözümün önündeydi işte. Son gördüğüm şey 50 li yaşlarda, esmer bir adamın bir sokağın ordasında sırtında bir bıçak ile cansız yattığıydı. En karanlık an.. Oysa çocukken ışığım göz kamaştırıcıydı. Büyüdüm, kirlendim, ışığımı kaybettim.
Babamı şarap parası için öldürdüğümü gördüm, 10 yıl hapiste yattığımı hissettim. 60 yaşındaki annemi bana para getirsin diye temizliğe yolladığımı gördüm. Karardım, karardıkça çirkinleştim, çirkinleştikçe kendimden nefret ettim. Hayat artık güzel değildi.
Bu kararı o an verdim. Ölecektim, dünya bir pislikten arınacaktı. Kendime bir şans verebilirdim elbet, bu kadar yanlışın üzerine bir doğru ile gidebilir, hayatımı düzene sokabilirdim. Ama ÖSS'yi kiloduna koli bandıyla yapıştırdığı kopya ile kazanmış birisi için bir hayatı baştan yaşamak ızdırapların en büyüğüydü. Bu sorumluluğu kaldıracak kadar güçlü değildim. Ölmeyi seçtim
****
Caner sonsuz boşlukta yanında süzülen saydam nesneye böyle anlatmıştı rüyasını. Saydam nesne onun gibi bedeninden ayrılmış bir ruh olmalıydı. Hikayesini dinledikten sonra buharlaşır gibi dağılmaya başladı.
- Neler oluyor?
+ Hiçbir şey anlamıyorsun salak. Sen bakkalda bisküvi çalarken bakkalı oyalayan o kızıl saçlı çocuk kim hiç düşündün mü?
- Olamaz, o sensin!
+ Haha, hala gerizekalısın. Seninle birlikte bisküvi çalan hıyarlar şimdiye kadar çoktan geberdi. Çoğu kendini öldürdü. Birkaçı kendini öldürmeye çalışmadan öldürüldü. Lanet olası bir herif bizimle oyun oynadı. Hepimize aynı rüyayı gösterdi. Senin gibi salaklar hemen kirleneceğini kabullendi ve kendini öldürdü. Evet, kirleneceksiniz. Ne bekliyorsunuz ki? Hiç insan gibi yaşamayı denediniz mi? Hayır. Bir asalak gibi yaşadınız, bir asalak gibi öldünüz. Dünyayı bir pislikten kurtarmak ayağına kendinizi dünyadan kurtardınız. Bunu kendinize bile itiraf edemiyorsunuz. Ölünüz bile işe yaramaz bebeğim. Sizler losersınız.
- Peki sen? Sen niye öldün?
+ Ben kendimi bıçaklattırdım. O rüyayı uzun bir süre gördüm. Kendimi öldürecek kadar cesur değildim. Beni öldürecek birini buldum, son şarap şişesini kırdım ve sinirlenip beni bıçaklamasını izledim. Benim rüyamın sonu seninkinden çok daha korkunç bitiyordu. Dünyada daha fazla kalamazdım.
- Bunların sadece bir rüyaydı ve biz bir rüya için kendimizi öldürdük.
+ Hayır, bunlar yaşanacaktı. Yaşanmalıydı. Seçtiğin yol bunu gerektiriyordu.
- ...
****
- Hayır benim oğlum kendini öldüremez. O okulunu bitirip işadamı olacaktı. O hayatı seviyordu. O, o, tertemiz bir gençti..
+ Biz de bunun nedenini araştıracağız bayım.
- Hayır Nazan, benim oğlumun, benim evladımın bu yaptığını kaldıramam.
* Yaptı Nedim. Tertemiz bir hayatı kararttı.
****
Sonsuz göğün en sonunda, bir ışık kendisine doğru yaklaşan saydam nesneleri izliyordu. Yıllar önce bisküvilerini çalan, hayatını karartan gençlerin ruhlarını.. Onlar için üzülmüyordu. Aksine, acıyla geçen bir hayattan kendilerini kurtardıklarını bildiği için seviniyordu. Rüyalarına girmesi, onları geçmişe götürmesi, acı çekecekleri fikrini benimsetmesi kolay olmuştu. Şimdi onları sonsuz bir azap, helal edilmeyen bir hak bekliyordu. Saydam nesneler yaklaşıyordu..
****
O sırada bir büfede bir çocuk bakkala 'amca bu kaç para' diyordu. Arkasındaki 3 çocuk ceplerini doldurmakla meşguldüler. Dünyanın hiçbir zaman temizlenemeyecek pisliğine inat, pisliğe batıyorlardı..

15 Temmuz 2008 Salı

Ölümü nasıl yendim!

Hep böyle birşey yapmak istemiştim. Hani yaparlar ya kanseri, AIDS'i, gribi atlatmış kişiler, kitap yazarlar iyileşince.

Kanseri Nasıl Yendim
Keneyi Nasıl Çektim
Azrail'e Nasıl Siktiri Çektim

Ben de böyle birşey yazmak istedim hep. Ne bileyim, ölümlerden döneyim, yamulayım sonra kitap yazayım. Efsaneleştireyim öykümü. Süper birşey yapmışım gibi tabulaşayım bir kitapla. Uzun zamandır sigara içiyorum, kanser olmadım. Oldurmayan Allah oldurmuyor işte.. Benim hiç ölümden dönüş hikayem olmadı. Ben hiç bir efsane gibi ölümü yenişimi anlatamadım.. Yapabildiğim sadece 'Kolumu Nasıl Kırdım', 'Kafamı Nasıl Yardım' falan oldu. Ama bugün başka bir gün. Bugün ölümü yendim! Efsaneleştim artık!

Bizim evimizde babaannem yaşar. Çok hasta, kendisine bakamıyor. Mecbur bizimle birlikte kalıyor. Tipik bir 'babaanne'. İsrafın her türlüsünü sevmez. Çatıya bıraktığım sigara izmaritlerini bile uç uca ekler, yeni bir sigara yapar, bana içirir. Sevmiyor kaynakları boş yere harcamayı. Bu dün gece yine krize girmiş. Su damlamasın diye çeşmeleri delicesine sıkmış, yemekler artmasın diye bir oturuşta bütün buzdolabını yemiş, falan filan. Uyumadan önce de dışarıdaki boş şişelerin üzerine su doldurmuş, dolaba koymuş. Amacı, yarısı dolu şişelerin lavaboya dökülüp kanalizasyona akıtılmaması gibi görünse de aslında pintilik. Ne var, iki damla su dökülse? Görsen böyle, Al Gore gibi kurum kurum kuruluyor evin içinde. Lüzumsuzsa söndürüyor ampulleri teker teker. Dünyayı kurtaracak sanki.
Neyse, bu almış şişeyi doldurmuş. Dolaba koyup uyumuş.

Sabah 11.30 sularında uyandım. Yüzümü yıkadım, su içmek istedim. Dolabı açtım, elime yeşil bir Fruko gazoz şişesi aldım. Kapağı sıkıca kapatılmıştı. En sevmediğim şey.. Ne diye kapatırsınız şişelerin kapağını bilmiyorum. Nasılsa açılacak onlar. Uyku sersemliğinin de etkisiyle zar zor açtım şişeyi. Bardak aradım doldurup içmek için. Yoktu etrafta. Dolapları karıştırıp bardak bulmak fikri uykunun da etkisiyle çok saçma geldi. Üşendim. Şişeyi kafama diktim. Çenemden aşağıya damlayan suları, her yutkunuşumda boğazımın şişip inmesini hayal ediyordum. Hesapta kana kana su içecektim. Ama olmadı. Babaannemin su sanıp üzerini doldurduğu ve dolaba koyduğu şişe aslen bir Klorak şişesi imiş. Şu tuvalet temizlemekte kullanılan sodyum hipoklorik içerikli asidik sıvı. Düşünsenize, su diye Klorak koymuş dolaba. Ve ben bunu içtim. Lanet olsun ki onu içtim.
Sıvının gırtlağıma değdiği an bir kusma isteği geldi. Midem sanki yukarıya çekiliyordu. Gırtlağım alev almış gibiydi. Burnuma gelen Klorak kokusu beni kendime getirdi. Su sanıp içtiğim şey tuvalet temizlemekte kullanılan o iğrenç kokulu şeydi. İçtiğim ilk yudum mideme ulaştığında müthiş bir sancı hissettim. İki büklüm attım kendimi yere. Krize girmiş kuduzlar gibi ağzımdan garip sıvılar çıkarıyordum. Hırlayarak kusuyordum içtiğim Klorağı. Midem, dudaklarım, dilim herşey hissizleşmişti. Midemde kalan son Klorak damlası çıktığında ben yerde su diye sürünüyordum. Gırtlağım tarif edilemez bir biçimde yanıyordu.

Annem koşarak mutfağa girdi. Çığlık çığlığa 'noldu sana' diyordu. Yahu, sinirlendim şimdi bak yine, nasıl cevap vereyim ben sana annecim? Köpek gibi hırlıyorum orada, çölde kalmış Mecnun gibi arada 'su' diyorum, soru soracağına su versene bana. Vermedi. İnatla 'noldu' diyordu. Bana yardım edemeyeceğini anladığımda çok geçti. Gırtlağım her zamankinden daha fazla yandı, midemi kustum. Evet, midem önümde dans ediyordu. Yanılmışım, gözümün bir anlık kararması sonucu hayal görüyormuşum meğer. Gözüm açıldığında ayağa kalkacak enerjiyi toplamıştım. Annem hala soru soruyordu. Klorağı alıp dikmek geldi o an içimden. Ölmem için çabalıyordu sanki kadın. Bir yudum su vermedi.

Ayağa kalktığımda biraz sakinleşmiştim. Suyumu kendim içtim. Her yutkunuşumda gırtlağım yanıyordu. Annem elinde koca bir yoğurt tabağı ile yanıma geldi, 'ye bunu' dedi. Klorağın yanında iyi gidiyormuş yoğurt. Bir kaşık almayı denedim, kokusu kusmama yetti. Sürekli kusuyordum, nedensiz.

Apar topar giyinip hastaneye koştum. Midemi yıkayacağını söyledi görevli hemşire. Genç ve güzeldi. Sarı saçları alnına düşmüştü, gözüne çektiği kalem ve fındık burnu tam bir uyum içerisindeydi. Onu gelinlikler içinde hayal ettim. Aman Allahım, ne güzel olmuştu. Pembe panjurlu evimizde çocuklarımız ile kahvaltı yaptığımızı da hayal ettim. İki hamileliğin ardından kilo almıştı. Gözaltları kırışmış, yanakları sarkmıştı. Çok çirkin göründü gözüme. Evlenmekten vazgeçtim.

Doktorun karşısındaydım. Az önce midemi yıkamıştı. Gülümsüyordu. Kıllı elleri, kahverengi gözleri, ağarmaya başlayan saçları vardı. Damatlıklar içinde hayal ettim. Aman Allahım, ne yakışıklı olmuştu. Fakat bu düşünceyi hemen aklımdan atmam gerekti. Elalem görse ne derdi.

Mideme sokulan o iğrenç hortum odanın bir köşesine atılmıştı. Soluk borumun içinde hayal ettim. Aman Allahım, ne güzel görünüyordu. Fakat ilişkimiz başlamadan bitmeliydi. Çünkü farklı dünyaların varlıklarıydık.

Eve döndüm. Bir süre ateşler içinde yattım. Arada kustum. Fakat midem o güzel hortum tarafından özenle temizlenmişti. Endişe edilecek birşey yoktu.

Evet, ölümü yenmiştim. Klorağı yenmiştim artık! Efsaneydim. Ve efsaneler ölmezdi. Sadece şekil değiştirirdi. Kendimi şekil değiştirip kedi olmuş hayal ettim. Aman Allahım, ne sevimliydim.

Ölümü yenmiştim ulan, daha ne?

16 Şubat 2008 Cumartesi

Geçmiş,gerçekten geçmiş midir?

Nefret ettiğim topluluk mottosu.'Zaman herşeyin ilacıdır,zamanla herşey unutulur.'
Zaman sadece elmaları olgunlaştırır,onları da çürütür zaten.

'Yıl 1999.İki katlı sevimli bir ev.İçerisinde yaşayan 4 mutlu insan.Anne,baba ve iki çocuk.Çocuklardan birisi diğerinden 4 yaş büyük.Buna rağmen,küçük olanı inanılmaz parlak bir çocuk.Abisinin günlerce okuyup anlayamadığı,iki günden sonra sıkıldığı bilimum ahlaki ve toplumsal değerleri annesi ve babası yardımı ile bir bir öğreniyor.Mahalle,sokak ve yakın çevre hayran o çocuğa.Abisi ise boşbeleşin teki.Sokaklarda sürekli top oynuyor,mahalle ağzını çok iyi öğrenmiş,aptal saptal küfürler biliyor,bunlarla övünüyor.Abisine her yeni gün yeni şeyler öğretiyor o küçük çocuk.Abisi kıskanıyor onu,öyle çok seviyor ki,kıskanıyor.Altın günlerinde,mahalle oyunlarında küçüğe ilgi gösterildiği için kıskanıyor,yanından bir an olsun ayrılmasın istiyor.Hayatta gerçekten sevdiği tek şey,o küçük çocuk.Anne ve baba kavramlarından habersiz,anneyi yemek yapan,babayı para veren bilgisayar botları olarak görüyor.Ama o küçük.O bir ekmek kırıntılarını abisi ile paylaşıyor,abisine hayat dersi veriyor her saniye.Abisi şerefsiz,maddiyatçı,çıkarcı,pislik.Babasından aldığı paralar ile aldığı çikolataları hep kendisi yiyor,küçük kuru ekmek yerken abisi çikolata,bal,kaymak ile besleniyor.Öyle ya,o büyük.Günlük harçlığı daha fazla.Varsın yesin.Günler su gibi akıp geçiyor,hayat hep aileye gülüyor.Sonra bir gün geliyor.Büyük olana yeni bir çift ayakkabı alınıyor,simsiyah,parlak bir çift ayakkabı.Küçük de istiyor.Fakat aile zor günlerde,yeni ev almış,yeni mobilyalar almış.'Sana daha sonra alırız' diyorlar.Peki diyor küçük.Abisi olacak dangalak dalga geçiyor küçükle.'Terlik giyiyor ekekek' diyor küçüğe.Küçük umursamıyor,eline aldığı boyama kitabından bir sayfa açıyor,bir tavşanı griye boyuyor.Ertesi gün abisi okula gidiyor,yeni ayakkabıları evde bırakmış,eskilerini giymiş.Çocuk ayakkabıların çekimine kapılıyor,ayağına büyü olan o iki bez parçasını giyiyor,sokağa çıkıyor.Penguen gibi yürüyerek sokakta geziyor.O sırada bir mavi bir kamyonun içinde sabahın köründe içki içmiş bir gerizekalı var.Kamyon ile trafiğe kapalı sokağa giriyor.Çünkü şarhoş,çünkü ibne.Sokakta yol yapım çalışması var,belediye uyarı lehvasını kaldırıma koymuş,o gerizekalı da sokağın girişinden rahatlıkla geçiyor.Girdiği sokakta abisinin yeni ayakkabılarıyla gezen bir küçük çocuk var.Nur yüzlü,tombiş elli bir çocuk.Kumdan kale yapıyor kendisine.Sarhoş kamyonu ile çocuğun üzerine ilerliyor.Arkadaşları çocuğu uyarıyorlar,kamyon geliyor kaç diyorlar.Çocuk aniden ayağa fırlıyor,kaçacak.Ama ayağında büyük numaralı ayakkabılar var,ayağı takılıyor,düşüyor.Hayvan evladının sürdüğü kamyon ve içindeki hayvan evladı çocuğu fark etmiyor bile.Çocuk bakıyor,ağlıyor.Son gördüğü şey o mavi kamyonun mavi tamponu oluyor.Beyni parçalanıyor,o ufacık beyni.Gelecekte bilgisayar mühendisi olma hayalleri kuran o beyin,o grimsi,ufacık şey.Ve o bembeyaz yüz,kömür karası gözler,kan ile boyanıyor.Küçücük bedeni parçalanıyor.Ayağında siyah,parlak ayakkabılar.Annesi feryat figan sokağa çıkıyor,mahalle ayakta.Hayvan evladı hızla uzaklaşırken,küçüğün ruhu havalanıyor,cennete doğru süzülüyor.Annesinin o bakışları,o bakışları hiçbir kelime anlatamıyor.

O sırada abisi okuldan çıkmış,evine geliyor.Sokakta bir kalabalık.'Noluyo lan' diyerek ilerliyor kalabalığın içine doğru.Güçlü iki el sarıyor onu,ne olduğunu anlamadan gözlüklü,hafif kır saçlı bir adam bağrına basıyor.Ağlıyor adam,gözyaşları mavi önlüğünü ıslatıyor abinin.İyice incelediğinde anlıyor çocuk,ağlayan ve ona sıkıca sarılan adam babası.'Noldu baba' diye defalarca soruyor,defalarca cevap gelmiyor,adam sadece ağlıyor.Sonra ileriye doğru bakıyor.Olay mahalindeki herkes feryat figan.İlerlemeye çalışıyor,güçlü eller bırakmıyor onu.Ama o görüyor,yerde yatan küçücük,kanlar içindeki bedeni görüyor.Üzerindeki kıyafetten kardeşi olduğunu anlıyor.Bir anda ağlamaya başlıyor.Baba oğul,ağladıkça ağlıyorlar.
Gece yatağında giriyor çocuk.Ölümün ne olduğundan habersiz,kardeşini asla bir daha göremeyeceğinden habersiz,yıllarca aklına o kömür karası,pırıl pırıl gözlerin geleceğinden,aklına geldiğince ağlayacağından habersiz.
Hayata sövüyor çocuk.'Benim gibi bir işe yaramaz varken onu niye aldın diyor'.İsyan ediyor Allah'a.Bilmiyor ki hayat ibnenin daniskası.Hayat sadece ibnelik için var.
Gidenlerin gelmeyeceğini birkaç yıl sonra anlıyor çocuk,aklı başına biraz gelmiş.Hayat ve ölüm kavramlarını öğrenmiş.Kardeşi ile ortak hayalleri aklına geliyor.Birbirlerine söz vermişler,büyüyünce 'adam' olacağız diye.Hayattaki tek amacı kardeşine verdiği sözü yerine getirmek oluyor çocuğun.Yıllarca kendine geliyor,silkiniyor,o sözü tutacak.Çıkarı yok.Altıncı sınıfta ilk felsefe kitabını alıyor eline,'Böyle buyurdu Zerdüşt' isimli bir kitap.Öyle ya,hayatın gerçekten ne olduğunu merak ediyor çocuk.Ne için yaşadığını,kim olduğunu.Yıllar birbirini kovalıyor,büyüyor çocuk.
'Adam'lığın sadece akademik başarı ile olduğunu sanan öğretmenleri ve arkadaşları oluyor.Fakat o kardeşine verdiği sözü tutmuş.'Adam nedir' diye düşünerek geçirmiş yıllarını.Sonra kafasında belirlediği 'adam' profiline göre yaşamaya başlamış.En az kardeşi kadar yardımsever,en az kardeşi kadar sevgi dolu olmak istiyor,başardığından hala emin değil,sözünü tuttuğundan emin olmadığı gibi.Ama o hala çalışıyor bu sözü yerine getirmeye.İnsanlığa bir faydası elbet olacak.Bunun bilincinde.Onu kardeşi yukarıdan görüyor ya,ona yeter.İnsanlar,kuşlar,böcekler.Hiçbiri umurunda değil.Onu izleyen bir melek var,ona acı verdiği kadar haz veren bir melek.

Yıl 2008 oluyor,o çocuk büyüyor,sözünü tutmaya iyice yaklaşmış artık.Yeni bir kardeşi var,eskisi kadar saf ve temiz.Şimdi 10 yaşında.Ona her baktığında kardeşini,'Erdem'ini görüyor.Alper veya Erdem farketmiyor ona,zaman zaman Erdem'in reenkarne olduğu şüphesine bile kapılıyor.Erdem'e karşı yaptığı tüm yanlışları Alper'de telafi etmek istiyor.Tertemiz bir insan yapmak istiyor onu.Yavaş yavaş başarıyor bunu da,Alper'in payı çocuğunkinden daha büyük oluyor bu durumda.
Bir gün eve geliyor.Halısahaya gidecek akşam,eski ayakkabılarını arıyor çatıdaki ambar tarzı yerde.Gördüğü şey o iki siyah ayakkabı.İçinde kardeşinin can verdiği o iki ayakkabı.Eskisi kadar parlak değil.Hiç giyilmemiş.Alıyor eline,öpüyor,öpüyor o bir çift ayakkabıyı.


Ve çocuk bu satırları yazarken hüngür hüngür ağlıyor.Hayata küfrediyor,9 yıl önceki 'ben varken onu niye aldın?' yakarışında hala ısrarcı.
Bu satırları yazarken Erdem'in onu izlediğini biliyor,selam ediyor Cennet'e.

Burada herşey yolunda abim,sen keyfine bak..Hayat bildiğin gibi,hala ibne.Sana çarpan hayvan evladından şikayetçi olmadı babam.İki gün nezarette kalıp çıktı.İki yıl önce bana da çarptı,ayak parmağımı kırdı.Görmüşsündür gerçi.Aynı hayvan evladı beni senin yanına yollamaya çalıştı sanırım.Beceremedi gerizekalı.Dediğim ya,hayvan evladı.Beni bile öldüremedi.

Bak annen bana sesleniyor Erdem.'Yemek hazır gel şuraya' diyor.Biz hala yemek yiyoruz biliyo musun?Bıraktığın gibi.Ayakkabılarını da bir güzel temizledim bugün.Tertemiz oldular,öptüm onları bir güzel.Hala sen kokuyorlar.
Annemizi üzmeyeyim ben abim.Gidiyorum şimdi.Birazdan kardeşimiz gelecek bu bilgisayara,Kraloyun'dan araba yarışı oynayacak.İyi bak ona da,bozmasın bilgisayarı.

Öpüyorum temiz,pak alnından.Kendine iyi bak abim.
Tamam lan ağlamıyorum,sustum.valla.'Annemiz gözlerin niye kızarmış,ağladın mı sen?' diye sorarsa birşey çaktırma,ben hallederim.
Ağlamıyorum dedim ya lan,gözüme birşey kaçtı.
Gidiyorum ben artık.
Muhtemelen bulunduğun Cennet'e ben giremeyeceğim.
Malum,biz büyüdük kirlendi Dünya.Ama bizden gelen olursa iyi bak,selamlarımı söyle,tamam mı?
Görüşmek üzere..