16 Kasım 2008 Pazar

Pembe dizi tadında: Şans

Cenk, zengin bir babanın zengin karısından doğmuş bir çocuktu. Çok paraları vardı. O kadar çok paraları vardı ki, tüm paralarını uç uca ekleseler dünyanın çevresini 3 kere sarabilirdi.
Ekrem, fakir bir babanın emektar karısından doğmuş bir çocuktu. Hiç paraları yoktu. O kadar paraları yoktu ki, tüm paralarını üst üste koysalar evdeki farelere döşek bile yapamıyorlardı.
Cenk ve Ekrem ilkokula aynı yıl başladılar. Cenk babasının parasına güvenip ders çalışmıyor, Ekrem ise babasının olası bir kötü karneye göstereceği tepkinin korkusuyla it gibi çalışıyordu. Cenk’i okula babasının son model arabasıyla yine babasının son model şoförü bırakıyordu. Ekrem ise İETT’nin vicdanına terk edilmişti. Genelde Ekrem’in bindiği otobüsler o kadar dolu oluyordu ki, şoför bile ayakta gidiyordu.
Cenk görünüş itibariyle meymenetsiz bir çocuktu. Çok sigara içen bıyıklı adamların bıyığındaki nikotin sarısına benziyordu saçının rengi. Dişleri ise dişini fırçalamayan bir tavşanın dişlerini andırıyordu. Babasının parasını kullanarak aldığı çikolatalar nedeniyle bu şekli almışlardı. Ekrem ise eli yüzü düzgün, yakışıklı gibi bir çocuktu. İleride yakışıklı olacaktı. Takdir edersiniz ki, el kadar çocuk yakışıklı mı olur?
Cenk ve Ekrem büyüdüler, liseye başladılar. Yavaş yavaş geldiğini hissettiren ergenlik Cenk ve Ekrem’i etkisi altına almaya başladı. Cenk büyüdükçe daha da şekilsiz olmuştu. O kadar şekilsizdi ki, babasının dolarlarının üzerinde resmi bulunan Abraham Lincoln bile dünya yakışıklısı duruyordu Cenk ile kıyaslandığında. Ekrem ise serpilmiş, kas yapmış, yüzüne biçim kazandırmıştı. Ekrem çok yakışıklı olmuştu. Liseye geçmeleri nedeniyle kendilerini sevgili bulmak zorunda hissediyorlardı. Ama Ekrem’in kız bulmak konusunda hiç şansı yoktu. Cenk’in de yoktu. Cenk’in babasının cebindeki paralar Cenk’ten daha fazla kız ayarlamıştı. Cenk ergen kızları toplayıp toplayıp bir futbol sahası büyüklüğündeki evine getiriyor, yediriyor, içiriyordu. Ekrem ise yanaştığı hiçbir kızdan yüz bulamıyordu. Çünkü Ekrem fakirdi, çünkü Ekrem’in bir vizyonu yoktu. Ekrem ne kadar yakışıklı olursa olsun, kızlar hep Cenk’i tercih ediyordu. Çünkü Cenk zengindi, çünkü Cenk onlara para yedirecek kadar gerizekalıydı.
Cenk ve Ekrem biraz daha büyüdüler, üniversiteye başladılar. Ekrem başarı bursları ile okuyordu, Cenk ise tahmin edebileceğiniz üzre babasının parasıyla. İki gencin yolu üniversitede kesişti. Ekrem başarılı bir öğrenci olmasının ödülü olarak büyük adamlar tarafından özel bir üniversitede parasız okutuluyordu. Cenk ise babasının zengin olmasının diyeti olarak aynı üniversitede okuyordu. Diyeti dedik, çünkü Cenk okumak istemiyordu. Cenk terbiyesiz, Cenk kadir kıymet bilmezdi. Ölene kadar para yiyesi vardı.
Üniversitede de kızlar Cenk’in tarafında oldular. Ekrem ise bir başına kaldı. Tıpkı yaralı bir kuş gibi oturduğu yerden tek başına izliyordu uçabilen kuşların neşesini. Ekrem ne kadar başarılı, ne kadar yakışıklı, ne kadar zeki olursa olsun, parası olmadığı için herhangi bir artısı yansımıyordu çevresine.
Bir gün Cenk ve Ekrem kampüste karşılaştılar. Ekrem başı öne eğik yürüyordu, Cenk ise başı dik yürüyordu. Ama Cenk, gerizekalı olduğu için önüne baktığı halde Ekrem’e çarptı. Bir de utanmadan ‘önüne baksana öküz’ dedi Ekrem’e. Ekrem utanmış, Ekrem bunalmıştı. Sessizce özür diledi, ama Cenk gerçek bir gerizekalıydı. ‘Burslu fakirleri almayacan aslında kampüse, gitsin sanayide tornacı olsun’ diye çemkiriyordu sağa sola. Ekrem ise bunları duyuyor, ama sesini çıkaramıyordu. Ekrem istese Cenk’i dövebilirdi. Hem de çok dövebilirdi. Ama istemedi. Soğukkanlılığı elden bırakmadı Ekrem, iyi de etti.
Cenk ve Ekrem üniversiteyi bitirdiler. Yine tahmin edebileceğiniz üzre Cenk kendi çabasıyla bitiremedi. Babasının verdiği haraçlar ve üniversiteye yaptığı maddi yardımlar sayesinde alabildi diplomasını. Ekrem ise okulu dereceyle bitirmesine rağmen iş bulamıyordu. Çünkü babasının iş dünyasında bir çevresi yoktu. Cenk hemen babasının şirketinde işe başlamıştı..
Bir gün Cenk son model arabasını alkollü olarak kullanırken Ekrem bir iş başvurusundan başı önünde çıkmış, evine dönüyordu. Cenk alkolün etkisiyle önünü göremeyerek karşıdan karşıya geçmeye çalışan Ekrem’e çarptı. Hem de son model arabayla yaptı bunu.. Ekrem ağır yaralanmış, Cenk korkudan bayılmış, son model arabanın ise kaportası göçmüştü.
Bu olay üzerine Cenk’in babası Cenk’i evlatlıktan reddetmiş, şirketten kovmuştu. Birkaç hafta sonra komadan çıkan Ekrem’i ise özür mahiyetinde şirketinde işe almış, istihdam sağlamıştı. İki adamın şansları tersine dönmüştü.
Yıllar yılları kovaladı, Ekrem para üzerine para kazandı, Cenk ise sokaklarda limon satarak geçimini sağladı. İkisi de evlendiler. Ekrem’inki mantık evliliği, Cenk’inki ise açlık evliliğiydi. Birer oğulları oldu. Ekrem, hayatını değiştiren adamın ismini verdi oğluna. Cenk. Cenk de hayatını değiştiren adamın ismini verdi oğluna. Ekrem. Büyük Ekrem’e biriktirdiği öfkesini kendi oğluna kusuyor, minik Ekrem’i dövüyordu. Minik Cenk ve minik Ekrem okula başladılar. Minik Cenk her sabah okula son model arabayla gidiyordu. Minik Ekrem ise İETT’nin ağzına kadar dolu otobüsleriyle..

9 Kasım 2008 Pazar

İncegör Salsa

İncegör Salsa bunaltıcı düşlerden uyandığında, yatağında bir ortam oğlanına dönüşmüş olarak buldu kendini. Ayağa kalktı, aynaya doğru yürüdü.. Tanrım, aynada tanımadığı bir adam ona bakıyordu. Aynadaki adam ilk bakışmadan sonra geriye doğru yalpaladı ve yere düştü. Salsa, o zaman anladı ki, aynadaki adam kendisiydi. Bir süre korku içinde bakındı çevresine. Cesaretini topladığında tekrar aynaya yöneldi. Saçları ortada birleştirilmiş, Dubai’nin meşhur Burj-Al-Arab kulesine benzemişti. Burj-Al-Arab’dan tek farkı depreme daha dayanıklı olmasıydı. Çünkü saçını eski haline geri getirmek için uğraştığında elleri çizilmiş, yer yer kan sızmıştı. Adeta çimentoyla sertleştirilmişti o saçlar.. Göğüs kıllarını tüm iğrençliğiyle sergileyen pembe bir gömlek giymişti. Üstelik üstten üç düğmesi de açıktı. Dekoltesi Pınar Altuğ’un dekoltelerinden daha cesurdu.. Boynunda bir ipe dizilmiş golf topu büyüklüğünde siyah boncuklardan yapılma bir kolye vardı. Her ayrıntıda daha fazla iğreniyordu kendinden. Derin göğüs dekoltesinin başladığı yere takılmış bir gözlük çarptı gözüne. Kafasından daha büyük görünen gözlüğü aldı, yüzüne yerleştirdi. Gözlüğü taktığı an ruhu çekilmeye, gözleri kararmaya başladı. Duvarlar üzerine geliyor, ciğerleri oksijeni reddedip azot’a boğuluyordu. O an kaynağını kestiremediği bir ses duydu. Ses, ‘dışarı çık, kızları bul ve yok et’ diyordu. Nefsi, nefesi ile amansız bir kavgaya tutuşmuştu. Sese itaat etmeyi reddettikçe nefes alması güçleşiyordu. Bu savaşın galibi nefesi oldu, böyle başladı Salsa’nın macerası. Zerdüşt böyle buyurmuştu. (Zerdüşt’ü daha sonra jöle markası olarak hatırlayacaktı Salsa.)

Salsa, pısırık bir çocuk, utangaç bir ergen olarak geçirmişti dönüşümünden önceki hayatını. Sürekli kitap okur, bazen sinemaya gider, bazen de kendi kendine kısa öyküler yazardı. Ama artık sevgilisini koluna takıp Bebek’te üç beş tur atacak, olmadı bir de sinema yapacaktı. Çünkü zamansız gelen dönüşüm, ondan bunu istiyordu. Karıncayı incitmekte çekinirdi Salsa. Lise çağlarında yanlışlıkla üzerine tükürdüğü bir karıncanın çırpınışını fark edip onu boğulmaktan kurtarmasıyla övünürdü hep. Bunu övünerek anlatırdı, fakat onu takdirle dinleyen birisi olmamıştı hiç. Bir keresinde de kör bir otomobilin koluna girip karşıdan karşıya geçirmişti. En azından o öyle anlatıyordu. Biz inanmadık. Salsa, her zaman utangaç, naif, yer yer ağlak bir insan olmuştu. İçkinin herhangi bir türünün tadını bilmezdi. Şişenin kapağını açmadan, direkt şişesini yutardı çeşitli alkolü. Çünkü annesi ona içki içmemesini tembihlemişti. Salsa, annesinin kurallarına asla karşı gelmezdi. Lise hayatını sabah uyumaya başlayıp çıkış zilinde uyanan çocuk olarak geçirmişti. İkinci teneffüs kantine iner, bir poğaça yer, sonra tekrar sırasına oturup uyumaya başlardı. Okul onu cezbetmiyordu. Bambaşka hayalleri vardı Salsa’nın. Büyük bir yazar olacak, kitaplar yazacaktı. Bu hayalperestliği ve saflığı ona arkadaş kazandıramamıştı. Aksine onu toplumun dışına itmiş, bir manyak olarak addedilmesine neden olmuştu. Bu haliyle seviyordu hayatı. Yalnızlık onun için bulunmaz nimet, eşsiz bir dosttu. Tek dostu yalnızlığıydı belki, ama gerçek bir dosttu. Hiç kız arkadaşı olmamıştı. Kızlarla arası pek iyi değildi zaten. Tanıdığı tüm kızlar samimiyet denen kavramdan yoksun, makyaj yapmadıkları zamanlarda Salsa’dan daha çirkin olan (ki Salsa da dünya güzeli değildi) boş insanlardı. Hayatta kalmaları bir makyaj setine bağlı olan, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, getirse bile bir araya getirdiği kelimeleri birbirinden ayıramayan kızlar.. Hep itici gelmişti Salsa’ya. Asla yakın olmamıştı herhangi birine.

Geçmişi ile ilgili düşüncelerden sıyrılan Salsa, aynaya tekrar baktı. Yüzünü tamamen kaplayan ray-ban gözlükler, sağı solu delinmiş, deliklerinden bacak kıllarının göründüğü açık renk bir jean (Amerikan şalvarı), annesinden aşırıp koluna spontane bağladığı çamaşır ipi (Amerikan rüyası), golf topu büyüklüğünde boncukları olan kolyesi, ortada birleştirilmiş depreme dayanıklı saçları, rasta atılmış göğüs kılları ve bağrı açık pembe gömleği ile tam bir ortam oğlanı olmuştu. Mıknatıslı bir küpe de almıştı, ama evden çıkınca takacaktı. Zira babası görse suratının ortasına tekme atar, hırsını alamaz kulağının arkasını yalardı. Egosunu şişirmesini, kendini nimetten saymasını emretmişti gizemli ses ona. O da bu emre itaat etmiş, aynadaki yansımasına bakarken ‘kendimi doğurasım var’ demişti. Ve kollarını iki yana açarak düzensiz adımlarla yürümeye başladı. Kapıdan çıktı, kalabalığa karıştı. Hemen bir sevgili bulmalıydı. Sevgili bulamazsa ölecek hastalığına tutulmuş gibiydi adeta. Önünden geçen her dişinin arkasından bakıyor, beğendiklerine laf atıyordu. ‘Hepsi senin mi yavrum?’ dedi birisine, ‘hav’ diye geldi cevap. Salsa işi abartmış, dişi bir köpeğe sarkmıştı. Köşeden köpeğin erkeği son sürat üzerine doğru koşarken ‘ananskii’ diyerek koşmaya başladı.

Salsa, yeni hayatına çabuk alışmıştı. Kendisi gibi giyinen, kendisi gibi gülen, kendisi gibi boş arkadaşlar edinmişti. Cebindeki üç kuruş paraya aldırmadan Starbucks senin, Gloria Jean’s benim dolaşıyordu. Gloria Jean’s e ilk gittiğinde garsona pantolon almak istediğini söylemiş, kafeye rezil etmişti kendini. Fakat o pişkindi. ‘Hehehe, espri yav’ diyerek anlatmıştı meramını kafedekilere. Salsa benliğinin kontrolünü tamamen gizemli sese bırakmıştı. Sabahtan akşama kadar sokaklarda geziyor, kızlara laf atıyor, sağa sola para saçıyor, alçaldıkça alçalıyordu. Daha önce hiç bu kadar arkadaşı bir arada görmemişti. Evet, bir sürü arkadaşı vardı, en az onun kadar alçalmış olan arkadaşları. Bomboş bir hayatı, boş bir deliğe girip en fazla 5 dakika içeride kalmak için yaşıyorlardı. Onlar kaybedenlerdi ve ne acıdır ki, onlar bunun farkına asla varamayacaklardı. Salsa’nın net 4, brüt 5,5 adet sevgilisi olmuştu. (Bir tanesi 120 kiloydu) Günler su gibi geçiyor, Nihat Doğan önlenemez çıkışına devam ediyordu. Salsa kendini iyice kaptırmıştı artık rolüne, tekrar ‘birey’ olabileceğine ihtimal vermiyordu. Abuk esprilere saatlerce gülüyor, abuk espri yapıp saatlerce güldürüyordu. Saatler geri alındığında esprilerine gülme süreleri azaldığı için üç arkadaşıyla kavga etti ve onlarla yollarını ayırdı. ‘Okul bahane kızlar şahane yeaa’ diye gezmeye başlamıştı kampüste. Güzel bulmadığı kızlara aptalca isimler takıyor, kızların ona duyduğu nefretle besleniyordu. Ezilen bir kız gören başka bir kız da otomatikman Salsa’nın tarafına geçiyor, o da gülmeye başlıyordu. Çünkü onun doğası buydu. En güzel hep kendisiydi. Salsa gibiler o tip kızların, o tip kızlar Salsa gibilerin hayatını mahvediyorlardı ve hiçbiri ne yaptıklarını bilmiyorlardı.

Salsa bir gün sevgili sayısını arttırmak amacıyla kız avına çıkmıştı. Yine çevrede gördüklerine sarkıyor, çoğu zaman sert tepki görüyordu. Yumuşak tepki gösterildiği zaman Salsa da yumuşuyor,‘nolmuş ayol’ moduna giriyordu. (Yalan söyledim, girmiyordu.) Çıktığı avın pek verimli geçmediğini gören Salsa şaşırmıştı. ‘Modan geçiyor’dedi gizemli ses. ‘Hani nerde’ diye etrafına bakındı Salsa. ‘Lan gerizekalı’ dedi gizemli ses, ‘modan insan değil. Moda, trend anlamında moda. –n de iyelik eki.’ ‘Akıllı konuş, alırım aklını’ dedi Salsa. Aralarında ufak çaplı bir tartışma yaşansa da, sorunu çabuk çözdüler. Modasının geçtiğine ikna olan Salsa, revizyona girmeye karar verdi. Asabiyet dozunu biraz daha yükseltecek, espri dozajını asgariye çekecek, kovalanmak için kaçacaktı. Git gide televizyona benziyordu Salsa. Renk ayarını yükseltip alçaltır gibi asabiyet azalt, espri çıkart.. Buna can mı dayanırdı? Ama o yine de denileni yaptı, yavşaklık dozunu biraz daha indirdi. Artık kızlara laf atmıyor, sadece bakıyordu. Bu bakışlardan etkilenen kişiliği tam oturmamış (ks: manyak) birkaç kız bir süre sonra ‘çuf çuf’ sesleri çıkarmaya başladı. Tren olduklarını sanıyorlardı. Bu durumda Salsa öküz oluyordu. Hatta öküzoğlu öküz oluyordu. Zira Salsa’nın babası da bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini bir öküze dönüşmüş olarak bulmuştu birkaç hafta önce. Yakınlarını bir bir kaybeden annesi de bunaltıcı düşlerinden hiç uyanamamıştı. Bir süre sonra şehir sakinleri uyumaya korkar oldu.

Çevresinde bunlar olurken Salsa kendini iyice kaybetmişti. Her akşam içki içiyor, sokaktan bulduğu bir kızla yatıyor, sonra tekrar içki içiyor, sonra tekrar yatıyordu.. Hayatını bu tempoyla ne kadar sürdürebileceğinden emin değildi. Zaten emin olmak gibi bir niyeti de yoktu.’Boşver kankaa, gel iki tek atalım, hayat fani, dünya boş, vur mala coş’ diye bir teklif sunmuştu bana geçen, oradan biliyorum. Reddettim tabii. Neyse, Salsa, bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa’yı yolda görmüş ‘mını mırzını sktiminin böceği’ diyerek ezmişti Samsa’yı. Karınca incitmeyen Salsa, Samsa ezer olmuştu.. Bir gece yüksek miktar alkol aldı, arkadaşlarının daveti üzerine arkadaşı Hamdi’nin babasından ödünÇaldığı arabaya binip şehir turu atmaya çıktı. Arabayı kullanan Hamdi de alkollüydü, bu onların son gecesiydi. Salsa, arkadaşı Tankut’la bir iddia’ya girdi. ‘Ön camı kafa atarak kırarım lan’ diye iddia ediyordu, Tankut ise aksini.. Salsa denedi, başaramadı.. Salsa’nın etrafa saçılan kanı Hamdi’nin görüşünü engelledi ve araba huzur içinde tren seyretmekte olan Salsa’nın babasına çarparak durabildi. Arabadan sağ kurtulan olmamıştı.. Ama trenden sağ kurtulan baya vardı. Takdir edersin ki, trendeki neden ölsün?

Salsa’nın acı sonu böyle geldi aziz dostlarım. Salsa neden böyle bir dönüşüm geçirmişti? Çevresindeki ortam oğlanlarına olan gizli özentisi miydi,yoksa takdir-i ilahi mi? Bunu asla bilemeyeceğiz.. Ama bildiğimiz bir şey var ki; Salsa ve Salsa gibiler, boş yaşar, boş ölürler. ‘Vaay hayatını yaşıyo lan, karı, kız..’ dediğimiz adamlar, bunların hangisi gerçekten ‘yaşıyor’? Bu memleketin Salsa’sı bitmez dostlarım. Arjantin’in biter, bu memleketin bitmez. Yeni Salsa’lar yetişmesin!

Ha bu arada, gizemli ses, Seda Sayan dahil olmak üzere neredeyse tüm televizyon dünyasına bir dönem dublaj yapmış olan (hala yapmakta olan) Umut Tabakmış. ‘Salsa’ya ne garezin vardı?’ diye sorduğumuzda Polat Alemdar sesi ile ‘hayaaat beni neden yoruyosuun’ dedi. Hipnotize olmuş..

Adem Celep

acelepsi@gmail.com