12 Ekim 2008 Pazar

Hayat, Serdar'ı neden yoruyosun?

ölmeden önce cevabına vakıf olmak istediğim..

saat 05.21.. boğucu bir otobüsün içinde, ineceğim yere gidiyorum.. önünden geçtiğimiz konaklama tesislerine buğulu gözlerle bakıyorum. zira mola vermeksizin 4 saattir yoldayız.. o an için hayat benim için bir nefes sigaradan ibaret.. gelecek planlarım, yaklaşan askerliğim, annemin tatlı tebessümü bana çok uzak.. sadece o otobüsten inip sigara içmek istiyorum. gerçekleşeceğini umut ettiğim en büyük hayalime yaklaşık 2 saatlik bir mesafe var..

yol arkadaşlarım kendilerinden geçmiş, uyuyorlar.. 2 adım ötemdeki insanın derin bir rüyada olması fikri acı veriyor bana.. bir mutluluk kırıntısını haketmemiş miydim? ön koltukta bir kadın oturuyor. oturduğu koltuğu çekyat sanıyor diye düşünmüştüm, oysa sadece çekyat sanmakla kalmıyormuş.. çekyat niyetine kullanıyor bir de. koltuğu benim bacağıma dayamış, kendisi koltuğa dayanmış, fosur fosur uyuyor.. arkasında kopan fırtınalardan habersiz.. ne saygısız insanlar var şu dünyada.. koltuğun baskısıyla hareket edemez haldeyim.. yanımdaki çocuk da uyumuş.. kimbilir neler görüyor rüyasında. ve kimbilir ne hayaller kuruyor yarı ölü halde. tek bildiğim, bir nefes sigaradan daha büyük hayaller..

acziyeti hiç bu kadar yakından hissetmemiştim daha önce. belki yolumun bir avuç balici tarafından kesildiği gece hariç.. dünyanın en kolay işi olarak anılan uyumayı bile beceremiyorum.. uykuyu geçtim, hareket alanım bile çok kısıtlı.. bir otobüs yolculuğu bu kadar zalim olmamalı diye geçiyor içimden, cevabı olduğum yerde zıplayarak alıyorum.. bir çukurdan geçtik. uyuyanlar uyanmadı, benim ise zaten pamuk ipliğine bağlı olan uykum kaçtı..

karnımın acıktığını hissediyorum otobüsün koltuğu beni yukarıya doğru fırlatırken.. mide özsuyumun sıpırtısından başka ses duymuyorum içeride.. kalbim ise isyan etmiş, atmaya bir süre ara vermiş.. düzenli çalışan tek organım beynim.. o da acziyetimi sindirmekle meşgul. karnımın açlığı her geçen saniye daha da artıyor.. fakat ben yemek yiyemiyorum.. takdir edersin ki ne yiyeyim, koltuğun kenarını mı kemireyim?

terkedilmiş bir benzin isyasyonu sessizliğinde dışım.. içim ise köşeye sıkışmış kedi.. dokunsan ağlayacak, kıllandırsan ölesiye saldıracak.. muavin horluyor muavin koltuğunda.. kurumuş ağzımı nemlendirmek için bir su bile bulamadığımı farkediyorum.. bu nasıl bir çaresizlik?

ve o an geliyor.. kendimi tanımaya başladığım günden bu güne kadar aklımın kıyısından geçmemiş olan intihar fikri tezahür ediyor beynimde.. 'öl, öl,öl' diye..

intihar çaresizliğin geldiği son aşama mıdır, yoksa çaresizliğin ta kendisi midir? bilmiyorum.. intihar etmeden önce çaresizlik olarak addettiğim şeylerin geçeceğinin bilincindeyim, peki intihardan sonra? neyi düzeltecek vücudumu çürümeye terketmek? beynim ilgilenecek başka bir şeyler buldu.. ya da bulduğunu sandı.. çünkü intihar fikrini kafama sokan o ses hala duyuluyor arkalardan, derinden...

'hayaaatt beni neden yoruyosuaaann' diye haykırıyor serdar ortaç.. bodrumda haftada 75 farklı karıyı yalayan serdar ortaç bağırıyor bunu.. ulan serdar arkadaşım, ağzıma sıçılmış orda, pelte gibiyim, ebem isyanlarda.. ne yorulmasından bahsediyosun lan sen?!
peki hayat, sen kimsin lan? niye yoruyosun olm sen bu herifi? ne yaptın da bu kadar hönkürüyor bu? ölümün kıyısına gelmişim zaten, sana isyan etmek benim bile aklıma gelmemiş, bu herif niye anırıyor! naptın olm sen bu adama? niye yoruyosun hayat?

olm ağlayacağım lan.. kalbimin çekeceğim bir nefeslik sigara dumanından başka bir şey için atmadığı o an, işte o an, nereden çıktı lan bu serdar ortaç? öldürecek misiniz lan beni?
'madem çok günaaahh'
seni adam edemeyen tabura koyayım.
'sebebi çook'
...

Saklambaç..

*flashbebek*

yıl 1994, sıcak bir haziran günü.. bir sürü çocuk toplanmış saklambaç oynuyoruz.. şen kahkahalar, patlayan çanak çömlekler arasında zamanın nasıl geçtiğinden habersiz koşuşturuyoruz.. ebe duygu isimli bir kızdı, bir arabanın arkasına saklandım.. asla bulunamayacağımı sanıp kıs kıs güler halde sinmişim arabanın lastiğinin altına.. normal şartlarda duygu'nun beni bulması çok zor. fizik itibariyle ben davşan iken o kaplumbağa olduğu için bir anda fırlayıp sobe diye bağıracağımdan emin, avımın yaklaşmasını bekliyorum.. saymayı bitirdi, bulunduğum yere doğru temkinli adımlarla yürüyor.. bir, iki, üç...
'arabanın arkasında kız arabanın arkasında eheheheahae'
yoldan geçen büyük beden abiler yerimi söylüyor, kız da hevesle ebe bölgesine seğirtiyor.. yıkıldım. bulunduğum yerin koordinatlarını verenlere saldırmak istiyorum, yemiyor.. büyükler çünkü bayağı.. el bittiğinde ilk sobelenen ben olduğum için ben ebe oluyorum kurallar gereği..

on
dokuz
sekiz
...
bir
sıfır
önüm arkam sağım solum saklanmayan ebe

ve görevim başlıyor.. yaşıtlarımdan daha keskin gözlerim var o zamanlar. şimdi miyop oldular.. birinin bacağı, birinin çorabı derken hepsini teker teker bulup çıkartıyorum saklandıkları yerden.. herkes ortaya çıktıktan sonra bir kişi kalıyor bulunmamış. nuri.
nuri de bizimle saklambaç oynayan bir çocuk.. her nereye saklanmışsa henüz bulamamışım.. onu bulmadan da yeni el başlamayacak.. takriben 20 dakika nuri'yi arıyorum. annemin gitmemi yasakladığı için daha önce gidemediğim sokaklara bile gidiyorum, bahaneyle çevreyi tanıyorum..

-- orası --

yer yer çürümüş, camları toz ile kaplanmış, kapısında kocaman bir zincir olan bir yerdi.. sokaktaki tüm çocuklar korkardık ondan. geceleri önünden geçmek ömrümüzden ömür çalardı. sesler duyardık içeriden.. 'tık, tık, tık...' bu sessizliğinin altında bir şey olduğunu sanardık, hiç durmadan.. girmeye daha önce hiçkimse cesaret edememiş.. annem bile o binayı gördüğünden beri kapısının kilitli olduğunu, içeriye kimsenin girmediğini söyler.. uzun yıllar önce terkedilmiş.. içinde atılan son kahkakayı dedem bile duymamış belki.. ölesiye korkutuyor küçük kalplerimizi. örümcek ağları ile kapalı camları.. en soldaki camı kırık, karanlığa doğru uzanıyor..

-- orası --

arkadaşım caner iliklerimize kadar ürpermemize neden oluyor. 'nuri orasının camından içeriye düştü koşarken, ben gördüm' diyor.. çok sevdiğim bir arkadaşım nuri.. karanlığa terketmeye çocuk yüreğim el vermiyor.. aniden benliğimi silip süpüren bir coşku dalgası bilinmeze sürüklüyor beni.. 'içeri girip bakacam' diyorum aniden.. delirdiğimi sanıyor arkadaşlarım.. evet, delirdim.. nuri'yi oradan kurtarmak için oraya girmek akıl karı değil zira.
oraya baktığımda az önceki coşku yerini müthiş bir korkuya bırakıyor.. dışarısı bile yeterince korkunç görünen bu binanın içinde ne ile karşılaşacağımı kim bilebilir? fakat kilitlenmişim bir kere, arkamda bana anlamsız gözlerle bakan arkadaşlarıma sağ omzumun üstünden bir bakış attıktan sonra kırık camdan atlıyorum içeriye..

-- içeride --

ağzıma kaçan örümcek ağlarını tükürüyorum.. arada 'nuri' diye fısıldıyorum.. 'nuri..' karşılık alamıyorum sessizlikten.. biraz daha ilerliyorum içlere doğru.. tahta duvarlar çürümüş, yer yer yosun tutmuş.. loş bir ışık giriyor dışarıdan.. o loşlukta gördüklerimi sindirmeye çalışıyorum.. bir kanepe var tam karşımda, rengi siyaha dönmüş bir kanepe.. 'tak' olduğum yerde zıplıyorum.. küçücük yüreğim göğsümü yırtarcasına atmaya başlıyor.. 'ben sana ne yaptım?' diye soruyorum sessizliğe.. o kadar masumane bir soru ki, titrek sesimden etkilenip kendim ağlamaya başlıyorum.. geri çıkmam lazım oradan, fakat içeri atladığım kırık pencere ile zemin arasında benim boyumdan daha yüksek bir duvar var.. kapı ise kilitli. nasıl tırmanacağım ben oraya? gözlerimden akan yaşlar her saniye daha da çoğalıyor.. 'şıp, şıp..' çürük tahtaya damlayan gözyaşlarımın sesi ve korkak nefesler.. tüm duyabildiğim bu.. tekrar zıplıyorum olduğum yerde.. hamamböcekleri. her yerdeler.. hayatta en fazla iğrendiğim canlılarla aynı yerdeyim ve sayıları sürekli artıyor. gözlerimi sabitliyorum birisine.. ilerleyen yaşlarımda bile türdaşlarından ölesiye korkmama sebep olacak bir travmayı tetikleyen o böceğe.. hiç gocunmadan basıyorum üzerine.. çıkan o vıcık vıcık ezilme sesi mahvediyor beni tamamen.. burnumdan akan yaşları koluma siliyorum.. annemi düşünüyorum. beni ne çok seviyordu o.. bu halde olduğumu görse ne hissederdi? hıçkırıklarım şiddetleniyor.. sağa sola bilinçsizce koşmaya başlıyorum, nuri ise meydanda yok hala.. ve o an.....

-- yukarda --

kahredeyim, neden yarattım ki ben bunu? şuna bak, sümüğünü koluna siliyor, iğrenç bebe. benim dünyamda arkadaşı için en korktuğu işi yapmaya nasıl gönüllü oldu bu? ne zaman öğrenecek bireyselliği? ne zaman alacak o küçük beyni ona kendisinden başka kimsenin yardımı dokunmayacağını? ve ne zaman anlayacak birisine uzattığı yardım elinin kendi suratında bir tokat gibi patlayacağını? büyüsün hele, anlasın nasıl bir dünyada yaşıyor.. aha düştü gerizekalı.

-- yukarda --

-- içeride --

dizlerim kanamaya başladı.. bilinçsizce koşarken fena düştüm.. salya sümüğe şimdi de ter ve kan karıştı.. peki nuri? ben ona yardım etmek istemiştim sadece.. kötülük yoktu ki benim içimde, neden böyle oluyordu? allah'a dua ettim oturduğum yerden. nuri'yi kurtarmasını diledim.. peki beni kim kurtaracaktı? nuri kurtarır dedim.. allah'ın arkamda olduğunu hissetmemin getirdiği ucuz cesaretle toparlandım ve yerde bullduğum çürük tahtaları üst üste koyarak kırık pencereye ulaştım.. çıkarken camın kırılmış yerlerinin kollarımda açtığı yaralar acıtmıyordu nedense..

-- dışarıda --

bir şekilde attım kendimi dışarıya.. ağzım yüzüm toz, toprak içindeydi. terimle birleşip çamur olmuştu hatta. kulağım zonluyor, gözüm güneşe alışmak için kendini zorluyordu.. kollarımdan damla damla kan sızıyor, dizlerim ise acı vermeye başlıyordu..
'nuri'yi bulamadım' dedim.. bana iki beden bol gelen beyaz pantolonumu yukarıya doğru çekiştirdim, eve doğru gitmeye başladım.. annem kızacaktı kesin, çünkü kıyafetlerimi yeni giymiştim..

nurilerin evinin önünden geçiyordum, buğulu gözlerle baktım ikinci kattaki balkonlarına.. annesi huriye teyze balkonu yıkıyordu.. nuri'yi kaybettiğimi haykırmak istedim, sesim çıkmadı.. kapıdan elindeki salçalı ekmeği kemirerek çıkan bir çocuk gördüm sonra.. nuri.. ben onun için korkularımla yüzleşirken o oyundan sıkılıp evine gitmiş, annesine ekmek sürdürtmüş, onu kemiriyormuş..
gayriihtiyarı 'rrrrospunun çocuğu' diye bağırmışım..
tepki altında 'sabo' yazan sarı bir terlikle karşımdaki evin ikinci katından geldi.. son gördüğüm terliğin 42 numara olduğuydu.. sonra suratımda patladığını hissettim. nuri'nin annesi ettiğim küfre alınmış, protesto çekmiş bana yukarıdan.. terlik yavaş yavaş yere düşerken akıttığım gözyaşları da üzerine sinmişti..

nuri ile bir daha hiç konuşmadım.
ayrıca salak halisünasyonlar gören caner'in de amına koyayım ben buradan.

1 Ekim 2008 Çarşamba

Replik çalan adamlar

--- yer: istiklal/burger king ---

bir grup arkadaş bir masa etrafına toplanmış, maydonozlu maydonozlu hamburgerleri mideye indirmekte.. gözlük takanının dişinde yeşil bir maydonoz göze çarpmakta.. yanındaki sarı saçlı arkadaşının uyarısı ile kendine geliyor, tırnağı yardımı ile çekip çıkarıyor maydonozu dişinden.. yemekler yeniyor, sigaralar yakılıyor.. içlerinden sigara içmeyen birisi arada sırada üzerine doğru gelen dumana üflüyor.. 'içmeyin şu zıkkımı' diye talimat veriyor arkadaşlarına.. ve derin bir muhabbet başlıyor.. içlerinden en konuşkan olanı başlıyor anlatmaya;'küçükken köyde traktör kasasında tarlalara gidip gelirdik. yolların kenarına sarkmış ağaç dallarından falan kaçar, matrixcilik oynardık.. neyse bir gün gözümü kararttım, bir yemiş ağacının dalına tutunup onu koparacağım, üzerindeki meyveleri yiyeceğiz.. traktör gidebildiği son hızla giderken gözüme bir dal kestirdim.. tuttum dalı, ne oldu biliyo musunuz? dal kopmadı, dal beni kopardı.. traktör kasasının tabanından kesildi ayaklarım, havada sallanıyorum. dalı bıraksam kıç üstü düşeceğim.. traktör de aldı başını gitti, herifler bana gülüyor.. bi cesaret bıraktım. lök diye düştüm... kolum kırılmıştı..'anlatılan bu trajikomik hikayeye kahkalarla gülüyor masa çevresindeki insanlar.. içlerinden en güzel ve en dişi olanı 'ay ne sevimli çocukmuşsun sen' diyor, diğerleri de başlarını öne arkaya sallamak sureti ile onaylıyorlar bu sözü.. gülmeyen tek kişi mehmet.. mehmet kısa saçlı, büyük burunlu bir çocuk. herkes anlatılana gülerken o bir şeyler kuruyor kafasında..

---yer: konya/ otobüs durağı ---

bir grup arkadaş durağın önünde otobüs bekliyor.. hava sıcak, boğucu bir nem var.. sıcağın kavurucu etkisinden bir nebze sıyrılabilmek için birbirlerine espriler yapıyorlar, sonra gülüyorlar.. uzun boylu, dar omuzlu olan çocuğun fermuarı açık.. fakat o bunun farkında değil.. sırtına astığı adidas çantası dolgun görünsün diye içine doldurduğu ansiklopedilere lanet ediyor.. ne gerek vardı ki böyle bir şeye? otobüsün gelmesine 15 dakikadan az bir zaman var.. sıcağın altında ter akıtırlarken muhabbetlerini hiç bölmüyorlar.. sarı saçlı, büyük burunlu bir mehmet var aralarında.. birazdan anlatacağı hikayeye hazırlanıyor.. muhabbetin en can alıcı yerinde alıyor sazı eline..'küçükken köyde traktör kasasında tarlalara gidip gelirdik. yolların kenarına sarkmış ağaç dallarından falan kaçar, matrixcilik oynardık.. neyse bir gün gözümü kararttım, bir yemiş ağacının dalına tutunup onu koparacağım, üzerindeki meyveleri yiyeceğiz.. traktör gidebildiği son hızla giderken gözüme bir dal kestirdim.. tuttum dalı, ne oldu biliyo musunuz? dal kopmadı, dal beni kopardı.. traktör kasasının tabanından kesildi ayaklarım, havada sallanıyorum. dalı bıraksam kıç üstü düşeceğim.. traktör de aldı başını gitti, herifler bana gülüyor.. bi cesaret bıraktım. lök diye düştüm... kolum kırılmıştı..'şeklinde bir hikaye anlatıyor.. hikayesinde kullandığı birinci tekil şahıs etik açısından doğru değil, ama o bunu umursamıyor.. umursadığı tek şey o an için insanları kendine hayran bırakabilmek, 'ay ne sevimli çocukmuşsun' nidasını işitebilmek.. amacına da ulaşıyor. etrafındaki insanlar gülüyorlar hikayesine, hoşlarına gidiyor mehmet'in (!) anısı.. mehmet mutlu mutlu sırıtırken arkasında ansiklopedi dolu adidas çanta taşıyan adamın kafasında ne tilkiler döndüğünden habersiz.. o adamın iki gün sonra aynı hikayeyi bir kafede arkadaşlarına birinci tekil şahıs ile anlatacağından habersiz..

***

--- yer: kordon/heykel önü ---

bir grup insan akşam vakti heykelin önüne oturmuş, gazete kağıdına sarılı biralarını yudumluyorlar.. ortam çok kalabalık ve dönen muhabbet etkileyici.. aralarında barındırdıkları selim isimli tıknaz, saç döken adamın birazdan neler yapacağından habersiz konuşuyorlar.. grubun en solunda oturan iri cüsseli, top sakallı arkadaş silik bir tip.. silik olması nedeniyle anlatacağı ilginç şeyler mutlaka var.. her kafadan ses çıkar halde yan tarafta uyuyan köpeği bile rahatsız ederlerken şöyle bir diyalog yaşanıyor;
- abi sizin sınıftaki şu sarışın kız çok minyon be.
+ öyle abi
iri cüsseli arkadaş özeleştiri yapıyor, içinde verdiği sessiz savaşın galibi ağzı oluyor ve şu sözler dökülüyor ağzından: tavada görsem balık diye yerim ben onu. her kafadan ses çıktığı için duyulmuyor iri cüsseli arkadaşın sesi.. fakat selim duyuyor.. selim'den başka kimse duymuyor iri cüsseli arkadaşın cüssesinden beklenmeyecek derecede düşük çıkan sesini. ve selim bağırarak dahil oluyor muhabbete;
+ olm bizim şişman onu tavada görse balık diye yer onu lan ehehehe
herkes bu espriden pek memnun. minyon kız zaten sevilen bir tip değil. böyle yerilmesi hoşlarına gidiyor. kahkahalar ile gülüyorlar.. içlerinden birisi 'alemsin mehmet' diyor.. iri cüsseli arkadaş ise utanmış, başı önünde ayakkabısının bağcıklarının nasıl bağlandığını inceliyor.. yan taraftan patlamak üzere ayakkabısı, bunu da farkediyor. yapılan şey hiç hoş değil, ama gülmek zorunda olduğunu hissediyor.. ve gülümsüyor belirli belirsiz..

***

--- yer: hayal kahvesi/eskişehir ---

iki arkadaş karşılıklı oturmuş kahve içiyorlar.. birisi hararetle derste yaşadığı bir olayı anlatıyor.. öteki öylece oturmuş dinliyor.. kahve sıcak gelmiş, içemiyor.. soğumasını bekliyor. az önce arkadaşına çaktırmadan 5 adet küp şeker attığı kahvesi üzerinde dumanlar süzülürken o da parmaklarını birbirine çarptırıyor.. sözüm ona karşısındakini dinliyor.. derken karşısındaki adamdan bir fikir çıkıyor.. yaz tatilinde sınıfı toplayıp bir tatil beldesine gitmek fikri çok cazip geliyor sıcak kahve içemeyen adama.. 'abi sınıfla konuş' diyor.. fikir sahibi 'tamam gidince söyleyeceğim' diyor. aradan 10 dakika geçiyor, kahvelerini içmiş, hesabı ödemiş, sokağa çıkmış iki arkadaş.. tatil fikrinin sahibi bir arkadaşına uğramak için ayrılıyor, diğeri ise kampüse dönüyor..

--- yer: anadolu üniversitesi/atatürk kültür merkezi önü ---

yaklaşık 23 kişilik bir grup dersten çıkmış, ilk buldukları çime kendilerini atmışlar.. koşarak kendilerine yaklaşan sınıf arkadaşlarını izliyorlar.. nefes nefese yanlarına gelen çok önemli bir şey söyleyeceğini söylüyor, herkes sustuktan sonra başlıyor;'abi süper bi fikrim var. yaz yaklaşıyor, biraz para biriktirip tatile gitsek ya beraber? otelde kalırız, yer içer eğleniriz?' fikir çok beğeniliyor, hemen çalışmalara başlanıyor.. 'süper fikir abi' diyor kırmızı saçlı bir kız.. 'tabi kızım, sizi düşünüyoruz' diyor oğlan.. o sırada hayal kahvesinde fikri veren arkadaş elinde bir sigara olduğu halde okula doğru geliyor, fikrini arkadaşlarına anlatmak niyetinde.. çok geç olduğundan habersiz.

***

--- yer: ankara/tkp mitingi ---

ellerinde kızıl bayraklarla bir sürü insan hararetle slogan atıyor.. o sırada oradan geçmekte olan hüseyin duvara dayanmış üç gencin konuşmasına kulak misafiri oluyor.. gençler,'tabi ki sistem yanlış, yoksa asla bu hale gelmezdik. ama ben sana katılmıyorum kaan, proleterya'ya artık bir ütopya gözü ile bakılıyor. içinden çıkılmaz bir hale geld...'hüseyin oradan uzaklaştığı için devamını duyamıyor.

--- yer: ankara üniversitesi/dtcf ---

dersin başlamasını bekleyen tarih öğrencileri kapı önüne birikmiş, sistem hakkında konuşuyorlar.. o sırada yanlarına gelen hüseyin'i farketmiyorlar, çünkü çok heyecanlı bir tartışma yaşanıyor aralarında.. hüseyin de ne konuştuklarını anlamadan dinliyor.. tartışmanın tıkandığı bir anda hüseyin çıkıyor meydana,'prolatarye ütyopya bence' diyor.. ne dediğini kendisi de bilmiyor, fakat bildiğini sansınlar istiyor.. telaffuz hatası yaptı, ama görünürde bunu önemseyen insan yok..

***

--- yer: türkiye ---
onlar her yerdeler...