8 Aralık 2008 Pazartesi

Yaşamak tadında bir ölüm

Her sabah gün ağarmadan sokağın ortasına gelip öten çilli horozun sesi kısıktı o gün. Zavallı hayvan ötmeye çalışıyor, ama iğrenç bir detonaj yaşıyordu. O bet ses ile açtım gözlerimi, pencereye gittim ve pervazda bulduğum ufak bir kiremit parçasını çilli horozun suratına attım. ‘s.ktir git lan burdan’ diye bağırmıştım istemsizce. İstemsizce diyorum, zira benim yapmak isteyeceğim son şey çilli bir horozu rencide etmek idi. Ağzımdan dökülen bu sözlerin pişmanlığı ile pencereyi kapattım, gerindim. Odamdan çıktım ve yüzüme bir su çarparak kendime geldim. Annem, babam ve kardeşim uyanmışlar, kahvaltı yapıyorlardı. Hep erken kalkarlardı zaten. Bazı günler çilli horozu kardeşim uyandırırdı. Yanlarına gittim, ‘günaydın’ dedim. Aldığım tepki, tepkisizlik oldu. Varlığımdan habersizmişçesine zeytin çekirdeği tükürüyorlardı tabaklarına. Kardeşime ‘günaydın dedik lan lâle’ dedim, yine tepki yoktu. Kafasına hafif bir tokat vurdum, hissetmedi.. Mutfaktaki varlığımı kabul ettirmek niyetiyle sırasıyla annemi, babamı ve buzdolabını sarstım. Annem, babam ve buzdolabından da tepki gelmemişti. Annemi ve babamı anlarım da, buzdolabına çok moralim bozuldu. Şerefsiz beyaz eşya boyuna posuna bakmadan bana artistlik yapıyor, yokmuşum gibi davranıyordu. Bir hışımla mutfağı terk ettim, odama çıkıp giyindim. Okula geç kalıyordum. Aceleyle evden çıkarken evdekilere hiç pas vermemiş, adeta onlara nispet yapmıştım. Onlar beni takmıyorsa, ben onları iki kez takmayacaktım. Sokağa çıktım, aceleci bir kalabalığın göbeğine, koşuşturan insanların arasına karıştım. İnsanlar etraflarına bakmadan yürüyor, birbirlerini hiç görmüyorlardı. Yaşamın zorlukları arasında yaşayabilmek için verilen amansız bir mücadelenin eseri olan bu telaşlı kalabalığa baktım bir süre. Dayanamadım, tıknaz bir kızın yanına yaklaşıp saati sordum. Umursamadı, sık adımlarının ritmini bozmadan devam etti yoluna. Sinirlenmiştim, küçük düşürülmüş, incitilmiştim. Yoluma devam ettim ve diğerlerinin yaptığını yapmaya, dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi meşgul görünmeye ve bu meşgul görüntüyü davranışlarıma yansıtmaya karar verdim. Oyunu kuralına göre oynayacaktım. Kimseyi takmadan bir süre yürüdüm, okula yaklaşırken sigaram olmadığı aklıma geldi, sigara almak için bir dükkana girdim. ‘Abi bi Winston box’ dedim, ‘evet çikolata da yazın’ dedi, ‘ne diyosun abi?’ dedim, ‘peynirim var, yazmayın’ dedi, ‘lan abi acelem var versene sigaramı’ dedim, ‘hayırlı işler’ dedi, ‘abi’ dedim, ‘dalga mı geçiyosun allasen?’. ‘Puşt’ dedi. Dayanamadım, ‘niye sövüyosun ulan durduk yere, terbiyesiz denyo’ dedim, ‘aklı sıra 1 ytl lik çikolatayı bana 1.1 ytl ye kaktıracak’ dedi. Ulan bu herif beni takmıyordu. Az önce telefonda konuştuğu bir toptancının arkasında küfrediyordu. Peki ben ne olacaktım? Sigaram ne olacaktı? İsteğimi yineledim, yine tepkisizdi bakkal. Sinirlenerek terk ettim o izbe dükkanı, akşam arkadaşım Hasan’a söyleyip camını kırdırmayı planladım. Sigara da alamamıştım.. Kampüse vardığımda dersin başlamasına 15 dakika vardı, aceleyle sınıfıma girdim, ‘günaydın’ dedim uykulu gözlerle birbirine bakan sınıf arkadaşlarıma. Tepki, yine tepkisizlikti. ‘Eah yeter lan!’ dedim, arka taraflardan gözüme kestirdiğim bir sandalyeye oturmak için arkaya doğru ilerlemeye başladım. O sırada gördüm onu. Ortasında benim resmim olan çiçeklerle bezeli ufak bir çelenk sınıfın bir köşesinde duruyordu, önüne ‘seni unutmayacağız’ yazılmıştı. ‘Neler oluyor’ diye sordum sınıfa, cevap gelmedi, sorumu yineledim, cevap, gelmemekte direndi. Gözüme kestirdiğim sıraya çöktüm ve neler olduğunu anlamaya çalıştım. O esnada ensemde sıcak bir dokunuş hissettim, hızla arkamı döndüm. Beyaz entarili, beyaz saçlı, beyaz sakallı bir adam bana bakıyordu. ‘Kimsin lan sen, niye yalıyosun ensemi, ibne misin sen?’ diye sordum. ‘Pardon, dayanamadım.’ dedi. ‘Kimsin birader sen?’ diye yineledim sorumu. Bugün çok fazla soru sormuştum ve bu cevaplanmayan sorular artık canımı sıkmaya başlamıştı. ‘Neden kimsenin seni işitmediğini, dokunuşlarına tepki vermediğini merak ediyorsun, öyle değil mi?’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Sen iki hafta önce vefat ettin Tarık’ dedi ve devam etti ‘ölümün kayıtlara geç geldi, bu yüzden bedeninden ayrılan ruhun 2 haftadır kendini bilmez bir şekilde uyuyor.’ ‘Bugün hesap günüdür, gidiyoruz.’ Ayağa kalktım ve anlamsız gözlerle süzdüm etrafı. Sabahtan beri yaşadığım anlamsızlıklar yavaş yavaş anlam kazanıyordu. Ölmüştüm ve bunu ölümümden 2 hafta sonra öğreniyordum. İnsanlar beni göremiyor, duyamıyor, hissedemiyordu. Ak sakallı’nın yanına gittim. Her şey bir anda flulaştı, başım dönmeye başladı. Gözlerim yavaşça karardı.. Uyandığımda duman kaplı, geniş bir arazideydim. Havada loş bir aydınlık ve serin bir esinti vardı. Etraf çürümüş et kokuyordu. ‘Bu koku ne?’ dedim, ‘sana gelmeden önce ocağa kavurmalık et koyduydum, yanmış’ dedi. Ne biçim ak sakallı dedeydi bu arkadaş? Gidip kafa atasım geldi adama. İki defter çıkardı, aslında defter denemezdi. Birisi ucuz bir restoranın menüsünü andıran bir incelikteydi, diğeri ise Sefiller’in tüm ciltlerinin özetsiz hallerinin tek ciltte toplanmış hali gibiydi. Kalındı. Kalın olanı sol elinde, ince olanı sağ elinde tutuyordu. O an bir şey fark ettim, ak sakallı’nın sol kolu müthiş kaslıydı. ‘Dayı’ dedim, ‘senin bu sol kolun maşallahı var da, sağ kol pipet gibi. Ne iş?’ ‘Sol kolumla günah defterlerini kaldırırım, sağ kolumla ise sevapları’ dedi. ‘Senden önce milyonlarca insanın amellerini kontrol ettim, sen ilk değilsin’ ‘Vay .mına koyum’ dedim, ‘bu insan ne pis türmüş arkadaş.’. ‘Önce hangisinden başlayalım?’ diye sordu, ‘sağdakinden başla’ dedim. Arasında bir saklambaç oyununda ebeye saklananların yerini söylemem, yaşlı bir kadını karşıdan karşıya geçirmem, George W. Bush’a ağza alınmayacak küfürler etmem, sabah programlarını hiç izlememiş olmam gibi sevaplar bulunan sevap defterimin okunma işlemi çabuk bitti. Sıra günah defterine geldiğinde beni bir ateş basmıştı. ‘Dayı’ dedim, ‘hava baya ısındı’. ‘Isınır’ dedi, ‘daha çok ısınacak’. Günahlarımın okunması tahminimden uzun sürdü. (3 hafta) Günahlarım bittikten sonra alay edercesine ‘sence ne olacak şimdi?’ dedi, ‘ne bileyim ben’ dedim. ‘Cehennemin ateşi seni çağırıyor’ dedi, boynum bükük kabul ettim. Kapısında ‘Welcome to Hell’ yazan bir yere girdim. Terden sırılsıklam olmuştum, yanıyordum. Etlerim kabardı önce, sonra sarı sıvılar aktı, yanmış derim dökülmeye başladı, iğrenç bir koku geldi burnuma, burnum da yandı daha sonra.. En sevdiğim sağ ayağım yanarken acıyla haykırmaya başladım. Çok geçti artık, bitmişti her şey. Sonra birden bir serinlik kapladı vücudumu, derin bir ‘oh’ çektim. ‘Ne o, bitti mi sandın?’ diye bir ses geldi arkamdan. Sesin geldiği yöne döndüm ve onu gördüm. Kırmızı bir koç suratı, ince, uzun toynakları, keçi sakalı ve uzun kuyruğu ile bir zebani duruyordu önümde. ‘Bitmedi mi?’ dedim, ‘hahahaha’ diye bir kahkaya koyverdi. ‘Sen de çok salakmışsın, ne sandın burayı ha, sirk mi? Ebediyen yanacaksın.’ dedi. ‘Lan’ dedim, ‘akıllı konuş pezevenk. Yeni geldim ben buraya, yol bilmem, yordam bilmem. Ne bileyim işleyişi. Ne hakaret ediyosun hemen? Git şu sakalı da kes yağ içinde kalmışsın.’. ‘Sus lan’ dedi ve gitti. Tekrar yanmaya başladım, tekrar haykırdım ve tekrar soğudum. Gözlerim karardı, görme yetimi tekrar kazandığımda evimin balkonundaydım. Türkiye milli futbol takımı Çek Cumhuriyeti ile oynadığı maçı akıllardan çıkmayacak bir futbol enstantanesi ile kazanmıştı ve insanlar sokaklara dökülmüş bu galibiyeti kutluyordu. Ben’i gördüm sonra.. Balkondan aşağıya sarkmış, ‘haaa Türkiyeee’ diyordum. Sevincin nasıl yaşanacağını henüz öğrenememiş bir insan artığının muhtemelen ruhsatsız tabancasından çıkan serseri bir kurşunun ilerleyişini gördüm, yaklaştı, yaklaştı ve balkondan aşağı doğru sevinç çığlıkları atan ben’i alnımdan vurdu. Yere yavaşça düşüşümü gördüm, annemin haykırarak üzerime koşuşunu.. Aşağıdaki kalabalıktan bizim balkona çevrilmiş gözleri gördüm, kardeşimin gözünde parlayan bir çift gözyaşını.. Gözlerim tekrar karardı, mezarlıktaydım. Kefene sarılmış vücudumu nazikçe toprağa bıraktı birkaç adam. İnsanlar ağlıyorlardı, erkeklerin hayran olduğu lepiska gibi saçlarına sakız tükürdüğüm ve saçlarını kazıtmak zorunda kalmasına neden olduğum Hande bile ağlıyordu. O olaydan sonra beni hiç affetmemişti.. Üzerime atılan toprak kabardı, dualar okundu ve insanlar evlerine dağıldılar. Hayatlarına kaldıkları yerden devam etmek üzere arabalarına bindiler ve mezarlığı terk ettiler. Sadece ben kalmıştım mezarlıkta, bir de taze etin kokusunu almış bir düzine sürüngen.. Cesedimle kendilerine ziyafet çekeceklerdi. Gözlerim tekrar karardı. Tekrar oradaydım. Tekrar yandım, tekrar soğudum.. O sırada yanıma esmer bir adam geldi. Adının Michael Jackson olduğunu söylüyordu. ‘Lan yürü’ dedim, ‘olm vallaha ben Michael, inanmıyosan aha bak’ dedi ve moonwalk yapmaya başladı. Deli becermiş gibi ordan oraya koşuyor, ‘eni vici vokke’ diyordu. Sonra bir zebani geldi, ‘rahat dur lan’ dedi ve Michael meczubuna bir kafa attı. Onun Michael olduğuna inanmıştım, yanına gittim, ağlamaya başladı. ‘Niye ağlıyosun olm?’ dedim, anlattı. Gerçekten çok dertliydi. ‘Dude’ dedi, ‘ömrüm boyunca beyazlamak için çalıştım, yüzlerce operasyon geçirdim, tersine evrildim, maymun oldum ama yılmadım. Tam beyazlamaya başlamıştım, Ayşe Teyze diye biri geldi, üzerime ACE diye bir şey döktü, ölüverdim.’. ‘Ve şimdi şu hale bak. Yanıyorum, yandıkça bronzlaşıyorum.’ Ayşe Teyze’nin iyi niyetli olduğuna inandırmaya çalıştım, beceremedim. Çok pis bilenmişti, ikna olacak gibi değildi. ‘Ya birader’ dedi, ‘hiç çocuk gelmez mi şu Cehennem’e?’ ‘Vay şerefsizin çocuğu, ağzına sçtımın sübyancısı’ dedim tekme tokat giriştim. Gerçekten çok sinirlenmiştim, bu kadar yüzsüzlük olmazdı. Gözlerim tekrar karardı, açtığımda az önce geldiğim yerdeydim. Çürümüş et kokusu biraz dağılmıştı, ak sakallı karşımdaydı. ‘Ne istiyosun lan?’ dedim, ‘git’ dedi. ‘Nereye?’ dedim, ‘okula geç kalacaksın, git’ dedi, ‘olm manyak mısın lan ne okulu?’ dedim, ‘gitsene .mına köyüm!’ dedi ve her yer karardı. Gözümü açtığımda odamdaydım, mahallenin çilli horozu kapının önüne dayanmış, bik bik ötüyordu. Heyecanla fırladım yatağımdan, mutfağa koştum ve buzdolabını tekmelemeye başladım. ‘Oğlum napıyorsun?’ dedi annem, ‘anne’ dedim, ‘büyük yamuk yaptı bu şerefsiz bana. Satın bunu!’ Babam sert bir bakışıyla masaya oturttu beni. Tanrım, ölmemiştim. Annem, babam, kardeşim, buzdolabı.. Hepsi varlığımı kabulleniyordu. Bu kötü bir rüya olmalıydı, evet bu kötü bir rüyaydı. ‘Avun ibne avun’ diye bir ses geldi derinden, ak sakallı’nın sesiydi bu.. Ve kesildi. Bir daha o sesi duymadım. Aceleyle giyindim, sokağa fırladım. Sokakta anlamsız bir telaş vardı, insanlar hızla bir yerlere koşturuyor, kimse birbirini görmüyordu. Bir süre yürüdüm, kimse varlığımdan haberdar değildi.. ‘Ulan’ dedim, ‘hayata bak’. Gülümsedim.