23 Nisan 2009 Perşembe

kıyamete bir kala

Dünya tarihi günlerinden birini yaşıyordu. Nereden çıktığı belirlenemeyen büyük kafalı, yeşil bir suret o sırada açık olan tüm bilgisayar, televizyon ekranlarında ve buzdolabı kapaklarında belirmiş Dünya’nın 5 saat içinde yok olacağını söylemişti. Yeryüzünde bugüne değin yaşanmamış bir kaos hakimdi. İnsanlar ne yapacaklarını bilemez halde oradan oraya koşuşturuyor, çığlıklar atıyor, gözyaşı döküyordu. Halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde sebebi saptanamayan bir susuzluk başlamıştı. Birkaç saat içinde tükenen su stoğunun nedenini araştırmaya üşenen bilim adamları son saatlerini eşlerine dostlarına ayırmayı uygun görmüşlerdi. İbadethaneler insan akınına uğramıştı. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan insanlar nedense son saatlerini tanrılarına ibadet etmeye, merhamet dilemeye harcıyordu. Yaşanan kaos piyasaları da etkilemişti. Büyük küçük demeden tüm yatırımcılar ellerinde borsaya dair ne varsa yırtmış, teletextlerini kapatmış boş gözlerle etrafa bakıyordu.


Ankara, bir gecekondu, kıyamete 4 saat…

- şimdi bize ne olacak Ekrem?
- bilmiyorum Hatice… yaşadık, süründük, ölüyoruz…
- belki bizim için böylesi daha hayırlıdır ha? şu halimize baksana. akşam ne yiyeceğimizi düşünerek geçti ömrümüz. sahiden, ne yaşadık biz bugüne kadar?
- ne yaşayacağımızı düşünmekle o kadar meşguldüm ki yaşadığımın farkına varamamışım. her şeyden, her zaman şikayet ettin, ölsem de kurtulsam dedin, buyur işte, ölüyorsun…

İstanbul, bir tekne, kıyamete 3.5 saat…

- ömrüm boyunca para kazanmak için uğraştım. sadece biraz daha parayı düşledim, onun için çalıştım, bu hırsım yüzünden iki kez boşandım. ilk karımın benimle param için evlendiğini düşünüyordum, ona bunun doğru olup olmadığını sorduğumda doğru olduğunu, yoksa benim gibi bir meymenetsizle ne işi olacağını söyledi. benden 20 yaş küçük olduğunu ama olgun erkeklerden hoşlandığını söylediğinde anlamalıydım aslında bazı şeyleri. neyse ki en azından dürüsttü. boşandım ondan, kuruş nafaka ödemeyeceğimi söylediğimde yüzünün aldığı şekli görmeliydiniz. ben de görmedim, o sırada çok pahalı puromdan derin bir nefes çekmiş, gökdelenimin en üst katından İstanbul’a karşı tüttürüyordum. ama siz görseydiniz iyi olurdu… merak ediyorum çünkü. ikinci karım ilkine oranla biraz daha yaşlıydı. ama netice itibariyle zengin bir ailenin hiç evlenmemiş kızıydı, babasının kasası ağzına kadar para doluydu. zifaf gecesinde beni parçalamaya yeltenince kestim ilişimi. ertesi gün boşandım. burada bir noktaya değinmek istiyorum. Türkiye’ye ilk en erken boşanmayı getiren Hande Ataizi değil, benim. kayıtlara geçmedi ama işin aslı budur. size ömrümü nasıl tükettiğimi anlatayım; üniversiteden mezun oldum, babamın şirketinde işe başladım, sonra babam vefat etti, işin başına ben geçtim, işleri büyüttüm. Japon şirketleriyle ortaklık kurdum. onların da canına minnet zaten. herifler başka firmalarla ortaklık kurmak için şirket açıyorlar. Allahın delileri… işlerim sürekli büyüyordu, adeta durdurulamıyordum, ismim bazı işadamları arasında ‘terminatör’e çıkmıştı. sonra bir de baktım ki 70 yaşına gelmişim. attığım en içten kahkahanın bir iş yemeğinde müşteriyi etkilemek için yaptığı salak bir espriye atıldığını fark ettim. az önce bilgisayarımda solitaire oynarken monitörde yeşil bir şey belirdi ve insanlığın sonunun geldiğini söyledi… biliyor musunuz aslında benim sonum parayı tanıdığım gün gelmişti…


İskenderun, bir kahvehane, kıyamete 3 saat…

- ulan arkadaş bu adamlara öleceksiniz dediler, hepsi koyverdi çığlığı. bir de alayı hayatını ne boktan harcadığından dem vuruyor, delirtiyor beni. zengini mutlu olamadım diyor, fakiri param olmadı diyor. ölürayak konuşulacak şey mi lan bunlar?
- Ahmet sussana Allah aşkına… güneş batmadan ölecez lan. ömrün boyunca nah şu sandalyede oturdun kah ülkeyi kurtardın, kah dünyayı kurtardın şimdi de insanlık onurunun peşindesin. bir uzaklaş arkadaş… git ulan!
- yalan mı lan? Elime imkan mı verdiler de gideyim sesleneyim halka, burada size dil dökeceğime gider televizyonda konuşurdum. hem ne o öyle sulu zırtlak ağlamalar, sızlamalar. gidin sevdiğinizi kucaklayın, küs olduklarınızla barışın ne bileyim banji jamping yapın.
- Ahmet biraz daha konuşursan tadına doyamayacağın leziz bir dayak yiyeceksin…
- ben ölmek diyorum sen dayak diyorsun ya… dövsen nolur olm? ne geçer eline?
- senin eşin dostun yok mu Ahmet? gidip onlarla vedalaşsana…
- ıhmm… yok. ömrüm bu kahvede geçti abi, ne bir kadın yüzü gördüm, ne bir kadın elledim böyle dolu dolu ama etine dolgun, ne bir kad…
- lan sus!
- ühühh… çok yalnızım Fikri abi…
- ağlama len, gel sarıl bana.
- peki elleyebilir miyim?
- höst!
- son bir espri yapayım mı?
- yap…
- vicdanı diye bi karı bulsaydın keşke kendine… ölünce ruhun özgür olacak ya, fikri hür, vicdanı hür olurdu... ah, tamam vurma… vurma bak karşılık veririm.

İstanbul, Beykoz, 1978…

- çok ilginç… normal doğumlarda önce çocuğun kafası, sonra ayakları çıkardı. ama bu çocuğun önce ayakları geldi…
- doktor bey bu çocuğun kafası rahimde kalmış!
- lan!

üç saat sonra…

- bir talihsizlik oldu ama çok şükür oğlunuz artık sağlıklı. kafasını rahimden çıkarıp olması gereken yere diktik. kıçına bir şaplak vurduk, ağlıyor… sorun yok yani.
- çok teşekkür ederim doktor bey. oğlumuzu bize bağışladınız.
- ne isim düşünmüştünüz çocuğa?
- Merzifon.
- nerzifon?
- Merzifon. rahmetli babamın memleketiydi.
- Cemil bey rahmetli babanızın adını koymanız gerekir. memleketini değil. yakmayın çocuğun geleceğini.
- sizin hiç rahmetli babanızın adı Afyonkarahisar oldu mu?
- ohahaha!
- rahmetli büyük dedem de bu hadiseyi yanlış anlamış, babasının memleketini vermiş oğluna. bizim ailede bir gelenek oldu bu.
- peki sizin adınız niye Cemil?
- benim adımı bizim tüpçü Hasan koymuş… ne karışıyorsa artık o itoğlit. hayır sana ne be adam…
- neyse… ben ruh hastalıkları mütehassısı değilim. oğlunuz Merzifon çok özel bir çocuk. düşünsenize kafası rahimde kalıyor ve yerine dikildiği zaman çocuk çalışıyor.
- benim oyuncak robot bile bu kadar teknolojik değil. bu çocuk ileride çok büyük işler yapacak, inanın bana.

***

Merzifon hep içine kapanık, gölgesinden korkan bir çocuk oldu. Yaşıtları erik ağaçlarında çeşitli illegal işler yaparken o ağacın dibinde ağaç sahibini gözledi, mahalle maçlarında hep top topladı. Her güzel kızın sevgilisi olduğu sanrısının yanına her çirkin kızın hayvani boyutlarda abisi olduğu yanılgısını eklemesi sonucu 25 yaşına kadar hiç kız arkadaşı olmadı. Hayatını yönlendiren şey kafasında kurduklarıydı. Yüzyılın en büyük yalanı olan ‘üniversitede kızlar teklif ediyormuş’ ilk defa Merzifon’a, arkadaşı Kamil tarafından söylendi ve daha sonra kulaktan kulağa yayılarak bugünkü popülaritesine ulaştı. Silik bir tip olarak geçirdiği yıllar üniversitede de peşini bırakmadı ve Merzifon bahar şenliklerinde kenarda çikolata kemiren bir öğrenci olarak yaşadı üniversite hayatını. Mezun olmasının akabinde kendisine bir iş buldu ve aylık 1 milyar ücret karşılığı sabah 8 akşam 5 çalışmaya başladı. Bir gün dünyayı yok olmaktan kurtaracağını ne kendisi ne de patronu biliyordu…

***

İsrafil o gün çok sıkkındı. Varoluşunun yegane amacı olan kıyameti insalığa duyurma görevini o gün yerine getirecekti. Borusu Sur’u da alarak bahçeye çıktı. Milyonlarca yıl hiçbir iş yapmamış olmak kaslarını köreltmişti. Uzun bir gerinme esnasında çıkan omzunu sert bir küt sesiyle yerine taktıktan sonra kendini daha zinde hissediyordu. Milyonlarca yıldır elma yetişmeyen ağaca baktı ve neden o ağaçta elma yetişmediğini merak etti. Aynı şeyi bir önceki gün de yapmıştı… Ve ondan önceki gün… Ondan önceki yıl… Ondan önceki milenyum… Ondan öncek… Dünya’ya inme vakti gelmişti, borusunu deri kılıfına özenle yerleştirdikten sonra yavaşca boşluğa bıraktı kendini. Uçsuz bucaksız boşlukta süzülürken Merzifon’un varlığından habersizdi…

***

Dünya’nın yok olmasına yaklaşık bir saat kalmıştı. Evlendirme dairelerinin önünde oluşan kuyruklar her geçen saniye artıyordu. Sokaklar patron ve öğretmen cesetleriyle doluydu ama bu kimsenin umurunda değildi. Bu küresel kaosu fırsat bilen bazı özel idareler ürünlerine zammı dayamıştı. Zamlanan tüketim maddesi kulvarında başı doğalgaz çekiyordu ki bu pek şaşırtıcı bir şey değildi. Telefon şebekeleri kilitlenmiş, otoyollar tıkanmış, ibadethaneler insanlarla dolup taşmıştı. Öleceğini öğrenen insanların yaptıkları şeylerin başında söylemedikleri, yapmaya cesaret edemedikleri şeyleri yapmak geliyordu. Bu birkaç saat içinde yaklaşık 2 milyar ‘ya bak artık içimde tutmanın anlamı yok, seni hep sevmiştim, gizli gizli kesmiştim ama açılmaya cesaret edememiştim’ içerikli diyalog tespit edildi. Romantik bir ölüm düşleyen sevgililer deniz kenarlarına akın etmişlerdi. Ömrünü ibadet etmek yerine ateist bireyleri dinin ne kadar güzel bir şey olduğuna inandırmaya adayan Müslümanlar ‘şimdi s.ki tuttunuz hehehe’ yazılı dövizlerle sokaklara akın etmişlerdi. Ünlü futbolcu Kakà son dakika sevabı kazanma umuduyla Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım’ı arayarak ‘başkanım beni al’ demişti. Dünya eşi benzeri görülmemiş bir karmaşaya tanıklık ediyordu. Kendi canının derdine düşen milyonlarca insanı kendi dertlerinden bir an olsun uzaklaştırabilen tek şey Panter Emel lakaplı hayvanseverin ‘şefaat edin laaan!!’ diyerek sokakta gördüğü kedileri tekmelemesiydi. Hindistan’da yaşanan inek katliamına müteakip dünyanın hamburger devi Mc Donald’s kepenk indirdi.

İnsanoğlunun ölümle imtihanı böyle yaşanmıştı ve şimdi tüm yüzlerden pişmanlık okunuyordu. Mutlak sonlarının idrakına varan insanlar daha önce öleceklerine ihtimal vermedikleri için çok pişmandı. Tüm pişmanlıklarından bu kadar kısa bir süre içinde yanılgısına kapılan insanlar doğal olarak telefon hatlarını kilitlemişti. Ve geri sayım sayaçları 1 saati gösterdiğinde daha fazla çabalamanın bir şeyi değiştirmeyeceğini anladılar.. Şimdi sokaklar insan yığınlarıyla doluydu. Daha önce birbirleri için hiçbir şey ifade etmeyen milyarlarca insan birlikte ağlıyor, birlikte üzülüyordu. Son gittikçe yaklaşıyordu…

***

‘’Ben biliyorum çünkü Tayyar bunu biliyor…’’

Merzifon Dövüş Kulübü filminin dış sesiyle aynı dertten muzdarip olduğunu anladığında bir kahvehanenin önünde kendi testislerini patlatırcasına sıkıyordu. Birkaç ay önce izlediği bu kült film hayatını değiştirmekle kalmamış, çirkinleştirmişti. Bazen aynaya bakıyor, yüzünde neyin sonucunda oluştuğunu hatırlayamadığı bazı yaralar görüyordu. Fakat kendisini şizofren olduğuna inandırmayı hiç başaramadı. Onun Tyler Durden’ı Tayyar Gülden idi. Merzifon, kıyamet günü, ölümü bekleyen insanlara çeşitli el şakaları yapan, suratında Erol Evgin gülümsemesiyle gezen Tayyar’dan kurtulmayı kafasına o gün koymuştu. Ölmeden önce yapacaktı bunu, ne pahasına olursa olsun.
‘’Ağzında bir silah varken ve bu silah dişlerinin arasındayken çift kaşarlı tost yiyemezsin…’’

Linç olmaktan kurtulabilmek adına tenha bir yere gitti Merzifon. Gördüğü manzara şaşırtıcıydı. Tepeden tırnağa beyaz giyinmiş, etrafına göz alıcı bir parlaklık saçan bir suret elinde tuttuğu kavala benzer bir aleti ağzına götürüyordu. Birden ok gibi yerinden fırlayarak beyaz suretin yanına geldi ve ‘sahip oldukların sana sahip oluyoöö’ tarzı anlamsız bir narayla suretin elinden borusunu kaptığı gibi dalakları patlayana kadar koştu. Yapmıştı çünkü Tayyar bunu yapmasını istemişti. Etrafta hiç kimsenin olmadığı bir parka geldi ve banka reklamlı bir banka çöktü. Tayyar’dan kurtulacaktı. Az önce durduk yere parlak bir suretin elinden bir müzik aleti çalmıştı. Bu onu bir basit bir hırsız yapıyordu. Çaldığı enstrümanı parkın çöp kutusuna attı ve metalin metale çarpma sesini duydu. Çöp kutusu boştu çünkü kutuyu doldurmaya yarayan çöpler kutunun sağında solunda ufak tepecikler oluşturmuştu. Kararlı adımlarla evine doğru yürüdü ve sandıktan babasının silahını çıkararak çenesine dayadı. Tayyar’ı yeryüzünden sonsuza dek silmeye kararlıydı. Dişlerinin arasında durup soğukluğunu dişlerine yansıtarak ağzının sulanmasına neden olan silahın tetiğini çektiğinde aklında çift kaşarlı tost vardı…

İnsanlığın tesadüf eseri de olsa kurtarıcısı son isteğini asla elde edemedi…
***

Belirlenen saate göre kıyametin kopmuş olması gerekiyordu, fakat hala dağlar yerindeydi ve gökyüzü de tek parça halindeydi. İnsanlar şaşkınlık içinde birbirlerine bakıyordu ve bu birkaç dakikalık gecikmenin içlerinde yaktığı ufak umut ışığının verdiği mutluluk şaşkın bakışlarına yansıyordu. O gün tüm insanlık için gerçekten uzun oldu… Birbirini kovalayan dakikalar boyunca her an ölebilme korkusu ve gecikme nedeniyle içlerinde her saniye büyüyen umut kırıntıları… Kendileriyle dalga geçildiğini düşünmeye başladılar bir süre sonra, belki gerçekten kıyamet falan kopmayacaktı o gün. Zaten bu ilk değildi, daha önce de defalarca kez dalga geçilmişti onlarla.

Aradan 3 gün geçti, hayat biraz olsun normale dönmüştü. Fakat her an ölebilecek olma hissini tadan insanlar bu hisle yaşamayı öğrenmişlerdi. Artık ufak tefek şeyler için kavga etmiyorlardı mesela, her an ölebilirlerdi neticede, her anı dolu dolu yaşamak gerekiyordu… ‘Bu saatten sonra önemi yok ama ben seni seviyorum’ açılmaları da birçok mutlu birlikteliğe açılan birer kapı olmuştu. Para da yavaş yavaş eski önemini yitirmeye başlamıştı, bunun yerine unutulmaya yüz tutmuş gerçek sevgi tekrar yerleşiyordu yüreklere. Artık dünya daha güzel bir yerdi…

***

Bilal, Milli Eğitim Bakanlığı’nın flüt çalmak zorunda bıraktığı binlerce ilköğretim öğrencisinden sadece biriydi… Maddi imkan bulamadığı için henüz bir flüt edinebilmiş değildi, bu da girdiği her müzik dersinde ‘bir daha flütsüz gelirsen derse almam’ tehdidini duymasına neden oluyordu. Bir gün yine ders programına boş gözlerle baka baka okula gidiyordu. Resim ile birlikte kutucuğun dışına taşmayan iki dersten biri olan Müzik o gün görmek zorunda olduğu 3. dersti. Umutsuz adımlarla okula doğru giderken bir çöp kutusunun içinden gelen bir parlaklık gözüne ilişti… Uzun zaman önce oraya bilinçsizce atıverilmiş gibi görünen ve flüte çok benzeyen bir enstrüman kendisine bakıyordu. Heyecanla yerden aldı ve üzerindeki tozları sildi. Üzerindeki ‘property of İsrafil’ yazısına bir anlam veremedi fakat bunun bir önemi yoktu… Artık çalabileceği bir flütü vardı. Çıkaracağı sesin neye benzediğini öğrenmek için aleti ağzına götürdü ve ciğerine doldurduğu havayı borunun gümüş ağızlığından içeriye üfledi…

Hiç yorum yok: