Üniversiteye girdiği sene ilk iş dans kulüplerine üye olan kızlar kadar heyecanlıydım davama baş koyduğum gün. Bir punduna getirip dünyaya hükmedecektim, bunu yapmadan ölmeyecektim. Kahvehanede okey oynarken ‘abi şimdi Amarika Türkiye’ye savaş açsa her türlü alırız teke tekte, onların havası kuvvetli ama gerillada bizden iyisi yok, mesela bor madenleri hep bizde ama kullanamıyoruz’ geyiğine kurban verdim merhametimi, lekesiz zihnimin bekaretini ‘bizde de nükleer bomba var ama ortaya çıkarmıyoruz, savaş falan olursa elimiz armut toplamaz’ cümleleri aldı benden. Memur bir babanın en büyük hayali çok para kazanmak olan ortanca oğluydum ben, çok para kazandıktan sonrasını hiç düşünmeden çok para kazanmaya odaklanmıştım. Çeşitli şans oyunlarıyla ufaktan giriş yaptım hayallerime, maç tahminleri yaptım, yanıldım. Annem soğan doğrarken sorduğum ‘1 ile 49 arasında bir sayı söyle’ sorularımın cevaplarıyla tutundum hayata uzun bir süre, Cumartesi günleri yıkılan hayallerimi kodluyordu annem; ’13, 26, 23, 17…’.
Kalburüstü bir üniversitede öğrenimi sürdürürken sürekli hayalime ne zaman kavuşacağımı düşündüm. Bana dediler ki; ‘çok çalış, üniversiteyi bitir, elin ekmek tutsun.’ Çok çalıştım, üniversiteyi bitirdim, elim ekmek tuttu. Fakat ben ekmek bulamazsam pasta yemek istiyordum, olmadı. Ekmek bulamadığım zaman aç kaldım, çünkü komik bir rakam karşılığı günde 10 saat mesai yapıyordum. İşinde yükselmek için daha fazla çalış dediler bana, yükseldikçe ihtiyaçların artsın, daha fazla yükselmek iste. Bir gün fark ettim ki hayatımın son gününde çok para kazanmak için çalışıyor olacaktım. Olmayacak duaya amin demiştim en başından. Kurduğum tek bir hayal vardı; elime ise mutsuz bir evlilik, sümsük bir çocuk ve alabildiğine sefalet geçmişti.
Annemin benim için beğendiği bir kızla evlendim ve ailelerimizin torun sevdasını gidermek için ilk senemizde çocuk yaptım. Çocuk birkaç aylıkken rutin kontrole gittik, doktor ultrasonda gördüğü şeyden memnun kalmamıştı. ‘Çocuğunuz sakat doğacak, ona ve kendinize berbat bir hayat sunmak istiyorsanız doğurun’ demişti doktor, o sıralar hayatımda neredeyse hiç heyecanlı bir şey olmadığı için hanıma ‘doğur bakalım nasıl bir şey çıkacak, beğenmezsek öldürürüz’ dedim. 9 ay sonunda dostlarım, nur topu gibi bir geri zekalımız oldu… Çocuk müzikal, düşünsel, bıyıksal kavramlardan arınmış bir Selami Şahin’di. Baba demeden ‘saç malanmaz taranır’ demişti. Allah’ım ondan nefret, nefret, nefret ediyordum. Annesi onu sapanla besliyordu, altını Jimmy jib tarzı bir mekanizmayla temizliyordu, mümkün olduğunda uzak duruyorduk ondan. Sürekli tanımadığımız insanların selamını getiriyordu bize… Hasan’ın, Neşe’nin, Oya’nın, Arzu’nun, Kaya’nın, Cem’in… Kısa süren dünyaya hükmetme maceramı bitiren de o oldu zaten.
Ben iki hayat yaşadım dostlarım, biri yukarıda anlattığım sefil hayat, diğeri ise dünyaya hükmettiğim destansı hayat. Şimdi size hikayemin İpana’yla fırçalanmış kısmını anlatmak istiyorum. Geleceğe dair hiçbir umudumun kalmadığı, intihar etmek için aklımda aniden bir kıvılcım çıkmasını beklediğim günlerden birinde, işten çıkmış eve doğru yürürken hırıltılı ve soğuk bir ‘hop bilader bi bakar mısın’ sesinin arkamdan yükseldiğini işittim. Ülkemizde ıssız sokaklarda bu ses duyulursa çok değişik dayaklar yenir, kan akar. Zaten hayattan bıkmış olan ben, bu fırsatı kaçırmamak için, intihar edip etmeme tereddüdünü daha fazla yaşamamak için hevesle sesin geldiği yöne döndüm. Karşımda kafasında bir kukuleta olan, yüzü buruş buruş bir adam duruyordu. ‘Ne ayaksın lan?’ dedim, sadece baktı, cevap gelmedi… O moron bakışı nerde görsem tanırdım, İbrahim’di bu. Lise arkadaşım İbrahim, sınıfın maskotu… Herkes onunla dalga geçerdi, o ise ses seda etmeden ders çalışırdı sürekli, bazen o kadar çok ders çalışırdı ki kitapları alev almaya başlardı, sağı solu yakmışlığı var kendisinin. Ben ise fırsatçı bir sansar olduğum için onunla hep iyi geçinirdim, Bill Gates’in ‘sınıfınızdaki ineklere iyi davranın, muhtemelen bir gün onlar için çalışacaksınız’ lafını haklı bulurdum. Ve şimdi, ıssız, karanlık bir sokakta böyle güzel bir öngörüye sahip olduğu için Bill Gates’i içten içe tebrik ediyordum. İbrahim balgamlı ve soğuk sesiyle konuşmaya başladı. ‘Sith lordu oldum’ dedi, ‘çok değişik planlarım var, katıl bana.’. Zaten hayatımda az macera olduğu için üzerinde fazla düşünmeden kabul ettim bu teklifi. ‘Ne yapacağım peki?’ dedim, ‘gel benimle’ dedi. Çok uzun ve zahmetli bir eğitim sürecine girdim İbrahim’in dış dünyadan soyutlanmış karargahında. Evde karım ve zamandan/mekandan bağımsız bir Selami Şahinim vardı, muhtemelen beni merak ediyorlardı. Umurumda değildi…
Başladığı andan bittiği ana kadar kin ve nefretle bezeli olan karanlık eğitimimi Shakespeare’in ismini kopyala/yapıştır yapmadan, tek seferde yazabilmeyi öğrenerek tamamladım. Öğretilerin en zoru bu olmuştu.
Daha sonra İbrahim kankam (yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez) ile ufak işlere çıktık. Sokakta gözümüze kestirdiğimiz gariban insanları telekinezi yoluyla sağa sola savurup zevk için patlatıyorduk. Sokaklar kan gölüydü, toplumun merakı uyanmıştı. Her köşede fısıldaşmalar işitiliyordu, insanlar korkuyor, yetkililer korktuklarını belli etmiyordu. Bu korkuyla besleniyorduk İbrahim biraderimle. Bir süre sonra ufak işlerden sıkılıp hedef büyültmeye karar verdik. Amerikan başkanına telekinezi yoluyla Fenerbahçe forması giydirip Galatasaray tribününe atacaktık. Başında, Amerikan başkanının yiyeceği devasa dayağın hayali bizi neşelendirmişti, ama daha sonra anladık ki meşakkatli bir iş olacak bu. Sayfalar dolusu plan, proje ve saatler süren tartışmalar neticesinde Amerikan başkanını Allah’a havale etmeye karar verdik. Allahından bulsundu, iki yakası bir araya gelmesindi. Zaten biz krallığımızı ilan ettiğimizde ayaklarımızın dibine eğilip merhamet dileyecekti. Ve merhamet gösterilmeyecekti…
İbrahim beybi en büyük projemizi gerçekleştirmek üzere bir süreliğine atmosfer dışına çıktı. Şekillerini ve yapabildiklerini bilmediğim habis canlıları büyük savaşımızda kullanmak için bizim saflarımıza çekeceğini söyledi.
Zaman, intikam zamanıydı. İbrahim’in yokluğunda yapacak işim olmadığı için eski defterleri açmaya, zamanında bana acı çektirmiş olan kişilere hak ettikleri cezayı vermeye karar verdim. İlk iş olarak uzun süredir uğramadığım evime gittim, karımı yatakta bir adamla yakaladım. Sinirden deliye dönmüştüm. Annemin çeyizlik çarşafının üzerinde sevişiyorlardı. İkisini de kıvrak bilek hareketlerimle-ve tabii ki el değmeden, telekinezi yoluyla- birbirlerine düğümledim. Gemici düğümü atmıştım, sıkıysa çözülsünlerdi. Kırılan kemiklerin çatırtısı ve iki günah ortağının ağızlarından çıkan anlamsız çığlıklar arasında eski sandığıma yönelip lise yıllığımı buldum. Hedeflerimi oradan seçecektim. İşe alt alta tek harf yazan 5 arka sıra çocuğuyla başlamaya karar verdim. Öğrencilik yıllarımda o beşi çok popülerdi ve benim lise yıllığıma yazı yazdıklarını görünce çok sevinmiştim. Tek birer harf yazmışlardı. Yukarından aşağıya, ‘s, a, l, a, k’ harfleri… Beni utandırmışlardı… Ben de onlara hak ettikleri cezayı verdim. Feminist bir eyleme ‘kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin’ yazılı dövizlerle gönderdim beşini birden. Telekinezi yoluyla. O kadar güzel dayak yediler ki telekinezi yoluyla olayı geri sarıp baştan izledim. Utanmasam tuvalete bile telekinezi yoluyla gideceğim. Görgüsüzlüğe bakar mısınız? İyi ki bi telekinezi öğrenmişim… İntikamım bununla bitmesi. O dönem popüler olan Ezel isimli dizinin setini basıp Ezel’in intikamını da onun yerine aldım. Ali’yle Cengiz’in başlarına şişman kızlar musallat ettim. Şişman kızların gazabı o kadar korkunç, özgüvenleri o kadar kusursuz ki az kalsın beni de tutsak ediyorlardı. ‘’Tamam güzel kız güzel de kitap felan okumuyo, ot gibi yaşıyo, öyle güzel olsan nolur ki ben kilolarımla mutluyum en azından birçok konuda bilgiliyim, şişman olabilirim ama kültürlüyüm, ne var yani güzellikte, sonuçta onlar da yaşlanınca çirkin olacak, benim kültürüm ve birikimim ilelebet payidar kalacak, şişmanım ama gocunm…’’ Hala kulağımda yankılanır bunlar… Geceleri kabuslarıma girer. Ben kişisel işlerimi yaparken İbrahim kral ordusunu toplamış, atmosfere tekrar giriş yapmıştı. Savaş yakındı…
Dünyayı ele geçirmek için başlattığımız savaş dalga dalga, fersah fersah yayıldı. Korkan insanlar, dökülen kanlar ve liderlerin uzlaşma önerileri. Gelen önerileri dikkate almıyorduk, dünya liderleriyle uzlaşmak için değil, dünya liderliğine ulaşmak için veriyorduk biz bu savaşı. Medya kuruluşlarına zihin gücüyle hakim olup davamızı destekleyen propagandalar düzenledik, insanları bize katılmaları konusunda gaza getirdik. Ölümden korkan bir insanın ölmemek için yapmayacağı şey yoktur. Katılımlar çığ gibi büyüdü, namımız yedi diyarda yankılanıyordu. Bu gelen bizim ayak seslerimizdi.
Tabii dünya liderlerinin de kendi planları vardı, bizi durdurmak için çalışacaklardı. Onlardan gelecek hamleyi beklerken günlerce uykusuz kaldık, etrafımızı saran ölüm sessizliği yavaş yavaş bizi de korkutmaya başlamıştı. Birbirine hırlayan iki köpek gibiydik iyilerle, birbirimizden korkuyor, ama boyun eğmiyorduk. Ve sonra birden, iyilerin planı işlemeye başladı. Kağıt üzerinde kusursuz görünen planımızı sekteye uğratacak, en az bizim kadar güçlü bir savaşçı birliği yetiştirilmişti. Geldiler, kan döktüler… Gelen kalifiye savaşçı birliği bizim sümsük ayak işçilerimizi kesip biçti ve İbrahim’le benim oturup olayları keyifle izlediğimiz karargaha ulaştılar. Çok kayıp vermişlerdi. Tek bir savaşçı girdi odaya. Çok yakından tanıdığım biri…
Geri zekalı oğlum Selami’ydi gelen. Nefret saçan gözlerle bize bakıyordu. En son yıllar önce yerde yatarken tekmelediğim bir kedide görmüştüm bu ‘annene fena şeyler yapacam’ bakışını. Selami, hiç tereddüt etmeden İbrahim’e saldırdı, çok uzun bir süre savaştılar. Vücutlarındaki ufak kesiklerden sızan kan adım attıkları yerlerde kırmızı lekeler bırakıyordu, terli perçemleri gül yüzlerini örtmüştü, dere kenarında çamaşır yıkayan kadınlara dönmüşlerdi. Gözlerimin takip edemediği bir çeviklikle başı gövdesinden ayrıldı İbrahim’in. Geri zekalı oğlum Selami İbrahim’i yenmişti ve bana doğru geliyordu. Bunun son savaşım olacağından habersiz davrandım kılıcıma. O an aklıma telekineziyle çeşitli şeyler yapmak gelmemişti. Masadaki bardağı telekinezi yoluyla kendime çeken bir kişiydim halbuki…
Oğlum Selami bana doğru yaklaşırken şeytani kahkahalar atıyordum, ‘Selami’ dedim, ‘bıyıkların terlemiş lan ahahaha’. İfadesiz bir yüzle bana baktı, ‘korku öfkeye, öfke nefrete dönüşür, sen nefret ediyorsun çünkü korkuyorsun’ dedi, ben de dedim ‘tohumlar fidana, fidanlar ağaca dönüşür ahaha. Sesin yüksek çıkıyo bu suçluluk psikolojisindendir Selamiiii’. İfadesiz yüz yerini mutlak bir nefretle bakan bir yüze bıraktı, alev saçan iki göz bana bakıyordu. Kusursuz bir tonlamayla ‘gül bakalım, son gülen iyi güler’ dedi. ‘Yok artık Ara Güler ahaaha’ dedim. Savaştık, düştüm, sürgüne gönderildim, dünya benden kurtarıldı…
Son gülen Selami olmuştu. Çünkü mucizevi esprilerimi en son o anlamıştı. Allahın salağı. Geri zekalı ergen. Anasına çekmiş yemin ediyorum. Bu kadar mı sünepe olunur, bu kadar mı moron olunur, embesil olunur. Allah akıl dağıtırken şemsiye mi tuttu naptı acaba. İt.